29 Mart 2012 Perşembe

Şampiyonlar Ligi Klasiği: Real Madrid vs. Bayern Münih

Avrupa’nın ve aynı zamanda Dünya’nın en büyük futbol organizasyonlarından biri olan Şampiyonlar Ligi’nde bu sezon son 4’e kalan takımlar % 90 belirlendi gibi… Zira en zor eşleşme olarak görünen Milan – Barcelona maçı golsüz tamamlanınca zaten eşleşmenin favorisi olan Barcelona’nın da mabedi Camp Nou’da yarı final vizesini alması çok zor görünmüyor. Barca’nın rakibi de yine % 80 ihtimalle Chelsea… Diğer eşleşme ise - mucize olmazsa eğer - 2 dünya ‘dev’i Real Madrid ile Bayern Münih’i karşı karşıya getirecek…

LOS GALACTİCOS mu BAWYERALILAR mı?

Evet Dünya Futbolu’nun iki lokomotif takımı… Neredeyse gittikleri her ülkede büyük taraftar kitlesi olan iki marka, iki trend takım… Belirli aralıklarla açıklanan ‘Dünya’nın en iyi takımları’ yada ‘Dünya’nın en zengin takımları’ listesinde her zaman ilk 10’da kendilerine yer bulmuş iki ‘büyük halka’…

Bir yanda Di Stefano’ları, Puskas’ları, Butragueno’ları, Hugo Sanchez’leri ile tarihe damga vurmuş Los Galacticos (Galaksililer)… Diğer yanda Gerd Müller’li, Beckenbauer’li, Matthaus’lu, Rummenige’li dönemin en büyük takımlarından Bawyeralılar (Almanya’nın en büyük eyaletinin adı)… Benim gibi 30’lu yaşlardan büyük olanların ise maçlarını izleyebildiği yakın dönem efsane futbolcuları; Raul (Real Madrid tarihinde 65 golle Ş.Ligi’nde en çok gol atan oyuncusu), Figo, Zidane, Casillas, Roberto Carlos, Ronaldo, Elber, Scholl, Effenberg, Kahn (B.Münih tarihinin Ş.Ligi’nde 108 kez ile Ş.Ligi’nde en çok forma giyen futbolcusu), Lizarazu ve Pizarro…


Son 15 yılda sürekli birbirleriyle eşleşmeleri ile bizlere adeta bir ŞAMPİYONLAR LİGİ KLASİĞİ yaşatıyorlar.
2000-2001 sezonu… Şampiyonlar Ligi’nde ilk 2 gruplarda grubunu lider olarak tamamlayan Ottmar Hitzfeld’in Bayern’i çeyrek finalde Manchester Unıted’la eşleşir. Daha 2 sene önce son 2 dakikada yedikleri 2 golle dramatik bir şekilde kupayı İngiliz temsilcisine kaptıran Almanlar, bunun intikamını almaları için önlerinde bir şans bulunmaktaydı. Bu hırsın verdiği özgüvenle rakiplerini her 2 maçta da yenerek yarı finalist olurlar… Del Bosque’li Real Madrid ise aynı sezon da ilk 2 gruptan da lider çıkınca (O zamanlar takımlar 4’lü ilk gruptan sonra tekrar 4’lü bir grup maçları daha oynardı) çeyrek finalde Galatasaray ile eşleşmişti. İlk maçta Ali Sami Yen’de Fatih Akyel’in yıldızlaştığı maçta rakibine 3-2 yenilen Galacticos, rövanşı 3-0 kazanınca Bayern Münih'in yarı finalde rakibi oluyordu…


O zamanlar Edirne’de üniversite öğrenimindeyim. Sınavlar üst üste geliyor ama konu Bayern olunca elbette ona ayıracak vaktim bir şekilde oluyordu. Hele bu maç asla kaçmazdı, daha dün gibi hatırlıyorum. Ülke olarak tarihimizden midir yoksa babamın bana aşılamasından mıdır yada etkilenmek midir bilmem ama daha 15-16 yaşından itibaren bir Alman hayranlığı ve futbol olarak da hep Bayern Münih sempatisiyle geçti o zaman yıllarım… 
Dönelim eşleşmeye…İlk maç Bernabeu’da. Del Bosque’nin kadrosunda 19’luk Casillas’ın yanı sıra, Hierro, Karanka, Roberto Carlos, Salgado, Guti, Mc Manaman, Helguera, Figo, Makelele ve Raul var… Hitzfeld’in ilk 11’inde ise ‘kurt’ kaleci Kahn’ın yanı sıra Lizarazu, Linke, Kuffour, Sagnol, P.Andersson, Salihamidzic, Jeremies, Scholl, Effenberg ve Elber yer alıyor… Rakibini deplasmanda usta golcü Giovane Elber ile 1-0 yenen Bayern finale göz kırpıyordu. 1 hafta sonra o zamanlardaki Münih Olimpiyat Stadı’nda oynanan rövanş mücadelesinde Real Madrid maça aynı kadro ile çıkarken bu defa da Bayern de bir yıldız adayı Owen Hargreaves daha 19 yaşında böylesine üst düzey bir maçta kendisine ilk 11’de yer buluyordu. Elber ve Jeremies’in gollerine sadece Figo ile cevap verebilen Real Madrid yarı finalde ‘havlu’ atıyordu. Finalde ise Valencia’yı penaltı atışları sonucu yenerek Avrupa'nın en büyüğü olan Almanlar için bu kupa aynı zamanda en son kazandıkları kupa özelliği taşıyordu
Türkiye'nin en çok okunan spor sitesi www.sporx.com daki BLOG SAYFALARINDA 'Haftanın blog yazısı' olmamasına rağmen 5.000'in üstünde tıklanarak büyük ilgi çekmiştir... 
http://my.sporx.com/blog/sampiyonlar-ligi-klasigi-real-madrid-vsSXBLQ13581SXQ
Şampiyonlar Ligi’nde her zaman Real Madrid – Bayern Münih eşleşmeleri çok zevkli ve kaliteli mücadelelere sahne olmuştur.  Son dönemlerde kah çeyrek finalde kah yarı finalde oldukça fazla şekilde birbirlerine rakip oldular. Yukarıda anlattığım 2001 yarı finalinden sonra bu 2 takım bir sezon sonra bu defa çeyrek finalde eşleşirler. İlk maçı Almanya’da Effenberg ve Pizarro’nun golleriyle 2-1 kazanan Bayern’i rövanşta zor bir maç bekleyecektir ve İspanyollar Helguera ve Guti’nin golleriyle maçı 2-0 kazanacak ve hem rakibinden intikamını almış olacak hem de o sezon son kez bu kupanın sahibi olacaktı… 


Bu eşleşmenin yalnızca 2 sene sonrası yani 2003-2004 sezonunda ise gruplar sonrası 2.turda eşleşirler. Bu defa kadrolarda değişiklikler de vardır. Yeni yıldız oyuncular gelmiş, takımlar iyiden iyiye güçlenmişlerdi. Bayern’de Ze Roberto, Ballack, Makaay ve Demichelis gibi yeni ‘yüz’ler görülürken Real Madrid’de de Zidane, Beckham ve Ronaldo gibi üst düzey oyuncular sahnedeydi. Münih’te Makaay’ın golüne Roberto Carlos ile cevap veren Real Madrid büyük bir avantajla rakibini Bernabeu’da beklemektedir. O zamanlarda ise Kırklareli’nde vatani görevimi yapmaktaydım… Şampiyonlar Ligi kanalı STAR TV maçı yine canlı yayınlıyordu. Her zamanki gibi sahada kora kor  bir mücadele yaşanıyordu. İlk yarıda Zidane sahne alıyor ve Eflatun – Beyazlılar soyunma odasına 1-0’la giriyordu. İkinci yarıda ise Bayern’e gol lazımdır ve Hitzfeld, o zaman kendisini ilk defa gördüğüm, daha 20 yaşına girmemiş Bastian Schweinsteiger’ı sahaya sürer. “Daha kim bu?” demeden ağzım açıkta kalmaya başlar ve onun enerjisini, süratini ve çevikliğine hayran hayran bakarken bir şutunun direği sıyırması ve diğerinin de direkten döndüğünü görünce Bayern’in gol atacağını düşündüm, fakat gol bir türlü gelmedi ve Bayern elendi ama dünya aynı zamanda yepyeni bir yıldızı da tanımış oldu o gün…

Son olarak 2006-2007 sezonu… Evet bir kez daha eşleşirler. Futbol tanrıları onları bir arada görmeyi çok severler ve ikinci turda tekrar birbirlerine rakip olurlar… Real Madrid, Capello’nun emanetinde Nistelrooy, Cannavaro, Emerson, Cassano, Higuain ve Robinho takviyesi ile sahaya çıkarken Hitzfeld’in Bayern’in de Lucio, Van Buyten, Lahm, Van Bommel, Schweinsteiger ve Podolski ile oldukça iddialı yepyeni bir takım vardır. İspanya’da adeta gol düellosu şeklinde geçen maçta Raul (2) ve Nistelrooy’un gollerine Lucio ve van Bommel ile cevap veren Bawyera temsilcisi Münih’e 3-2’lik avantajlı bir skorla geri dönecekti. Almanya’daki süper maçta ise rakibini Makaay (15.saniye ile Ş.Ligi tarihinin en hızlı golü) ve Lucio ile 2-1 deviren Bayern Münih, ‘deplasman golü’ kuralı ile adını çeyrek finale yazdıracaktı… (Alttaki videoda maçın heyecanını tekrar yaşayabilirsiniz. Youtube videosu vardı ama kaldırılmış)

… ve şimdi 2011-2012 sezonu… Yarı finalde bir kez daha rakipler… Bir tarafta çoğu otoritenin ‘dünyanın en iyi teknik adamı’ ilan ettiği Mourinho’nun Real Madrid’i ile diğer tarafta mütevazi kimliği ile anılan Heynckes’in Bayern Münih’i kozlarını paylaşacak. Yaklaşık son 15 yıllık döneme bakıldığında iki takıma da çok büyük yıldız oyuncular geldi ama kanaatimce bu sezonki kadroları daha önceki yıllardan çok daha kaliteli ve bol alternatifli. Örneğin; Real Madrid’de daha önce Zidane, Figo, Ronaldo gibi oyuncular varken yanlarında Karanka, Helguera, Guti, Makelele ve Gago gibi daha çok tamamlayıcı oyuncular mevcuttu. Şimdilerde ise Casillas’ın 12 yıldır kimselere vermediği kaleci pozisyonundan başka Pepe, Ramos, Marcelo, Alonso,Coentrao, Ronaldo, Khedira, Mesut, Benzema, Kaka, Di Maria,Higuain gibi hem genç, hem atletik, hem güçlü, hem teknik özellikleri ile mevkiilerinin en gözde oyuncularını kadrosunda barındıran ve hiçbir pozisyonda sırıtmayan bir kadroya ve kaliteye sahip bir Real Madrid var sahada… Bayern’de de durum farklı değil. Geçmiş yıllara nazaran yaptıkları hamlelerle bence en az son 20 yılın en iyi kadrosuna sahip olan Bayern Münih’te de ‘say say bitmez’ birçok yıldız ve takım oyuncusu var. 3.sezonunda şimdiden 88 gole ulaşan adeta bir ‘gol makinesi’ olan Mario Gomez ile dünyanın sayılı kanat oyuncuları arasında yer alan Ribery ve Robben’in yanı sıra daha 21 yaşındayken Alman Milli takımı ile Dünya Kupası’nda 5 gol atıp gol kralı olan Thomas Müller ve Xavi, İniesta gibi yıldızlarla neredeyse aynı kefeye koyulan Schwensteiger ile Almanların her zaman en güçlüsü…

Bu sezon istatistiklerde, 12 gollü Messi’nin ardından ikinci sırada 11 golle Mario Gomez var. Benzema’nın da toplamda 7 golü bulunuyor. Asist krallığında 5 asistle Benzema yıldızlaşırken Ribery ve Kaka’nın de 4’er asisti bulunuyor.

19-26 Nisan 2012 tarihlerinde oynanması beklenen Real Madrid – Bayern Münih mücadelesi şüphesiz Şampiyonlar Ligi’nin erken finallerinden biri ve öncesiyle sonrasıyla, kalitesiyle, mücadelesiyle ve görsel şöleni ile yine hafızalardaki yerini alacak… 

Dünya’nın en iyi 2 oyuncusundan biri olarak kabul edilen Ronaldo ile her daim kalitesini gösteren Robben savaşında bakalım kimin yüzü gülecek???

20 Mart 2012 Salı

Terfi Etme Zamanı Gelmedi Mi?

Yıllar sonra köye geleceği müjdelenen ‘televizyon’ için Belediye Başkanı bir açıklama yapar :
- Televizyon, radyonun resimlisidir. Zeki Müren’i önceden radyodan dinliyordunuz, şimdi ise hem dinleyecek hem de onu göreceksiniz.



Köyün uçuk kaçık delikanlısı ise cevaben :
- Peki Zeki Müren’de bizi görecek mi? diye kendisi için gayet okkalı bir cevap verir ve Belediye Başkanı bu soru karşısında afallayarak,

- “Vallahi orasını bende bilmiyorum” diyerek açıkladığı konu hakkında ne kadar bilgili ve güvenilir olduğunu gösterir.
………………………………….

Bu sohbeti futbola uyarlarsak… Büyük takımlarımızın kulüp başkanları / adayları seçim yada kongre öncesinde sıklıkla demezler mi, “Kadromuza önümüzdeki sezon 2-3 dünya yıldızı getireceğizzzz”

Ardından aklı selim bir taraftar da başkan adayına şunu sorabilir / sormalı da :
- Peki o dünya yıldızları bizi Avrupa’da şampiyon yapabilecek mi? Ya da bize sınıf atlatabilecek mi?

Başkan adayı ise şu cevabı verir :
-Vallahi orasını bilmiyorum, bana hep ‘bu tarz konuş, taraftarın ve yönetimin gözünü boya’ dediler bende görevimi yapıyorum…
……………………………………………….

Ligimizde sezon sonuna kadar büyük takımlarımız arasında hınca hınç, kora kor bir mücadele yaşanır. Genel olarak da sezonun 25.haftasından itibaren şampiyonluk yarışı 2 takıma kadar düşer. Kalan haftalarda ise şike, teşvik ve hatır olayları konuşulur. Daha sonra kesinlikle fikstürünün ayarlandığını düşündüğüm ve dünyanın tanımadığı ‘Turkish El Clasico’muz yaşanır ve Türkiye’de siyasetin de önüne geçip günlerce gündemi işgal eder. Aynı zamanlarda, alt sıralardaki takımların küme düşme savaşlarında dönen dümenler, dolaplar ise ya alt satırlarda kendine yer bulur yada sümen altı edilir. Zaten o sırada “Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiştir” bile…



Şampiyonu kavga - dövüş belirledikten sonra ise asıl yarış başlar. Transferler yapılacak ve Avrupa’nın en büyük organizasyonu olan Şampiyonlar Ligi’nde takımımız / takımlarımız ülkemizi temsil edecek(ler). Temsil değil de yoksa kontenjanı doldurmak için mi deseydik acaba?

Yıllar yılı bu büyük organizasyona devamlı 4.torbadan katılan takımlarımız içinde Fenerbahçe 2008-2009 ve Beşiktaş’ta 2009-2010 sezonlarında istisnai bir şekilde 3.torbadan turnuvaya dahil oldular. Bu sezon sonu bir sürpriz yaşanmayacak, takımlarımız gene çok büyük ihtimalle 4. yani son torbadan kendilerine yer bulacak ve yine Avrupa’nın en güçlü takımlarıyla aynı gruba düşecekler ve haliyle gruptan çıkmak yine Kaf Dağı’nın ötelerinde olacak.

Torba durumlarını ben her zaman askeri rütbelere benzetirim… 1.torba takımları GENERALLER, 2.torba takımları SUBAYLAR, 3.torba takımları ASTSUBAYLAR ve 4.torba takımlarını da ONBAŞILAR olarak adlandırırım. Sorarım size bir onbaşı, nasıl bir subayla baş edebilsin, generale kafa tutabilsin?

Kadronuzda sürekli Türkiye’ye gelsin diye hiçbir yerde alamayacağı ücretler ödenerek getirilen sözde yıldız oyuncularla zaten ‘onbaşı’ olan apoletinizle bir subayı alt etmeniz oldukça zor, generalle aynı kalibrede savaşmanız ise imkansıza yakındır. Önce doğru transfer politikası, isme değil mevkiiye göre, ihtiyaca göre transfer anlayışı ile hareket edilmeli. Herşeyden önce iyi bir futbolcu izleme komitesi ile bu olumlu adımları birkaç yıl öncesinden atarak süreci 4-5 yıla yaymalı ve alt yapıya da önem vererek gelecek için yatırımlar ve fizibilite çalışmaları yapılabilmeli…



Şimdi rütbelere tekrar geri dönersek... Birinci torba yani GENERALLER klasmanındaki 8 takımı genel olarak; Real Madrid, Barcelona, Chelsea, Milan, Bayern Münih, İnter, Man.Unıted ve Arsenal oluşturuyor. Diğer yandan başarılarıyla doğru orantılı olarak Liverpool, Porto, Sevilla, Valencia gibi takımlar da nadiren birinci torbada yer alabiliyorlar... İkinci torba yani SUBAYLAR kategorisi ise sürekli değişen bir profil izliyor. Zira neredeyse her sezon farklı 1-2 takımın Avrupa’da sivrilmesi sonucu istikrarı da yakalayan bu takımlar takip eden sezonlarda da hem kendi liginde hem de Avrupa’da başarılı olunca ‘torba atlamış’ oluyor. Örneğin, Lucescu’nun Shakhtar’ı 2008-2009 sezonunda 4.torbada iken hemen akabinde 2011-2012 sezonu da dahil olmak üzere son 2 sezondur ise 2.torbadan SUBAY kategorisinde yerini sağlamlaştırdı… Yine kendi liglerinde yeterli dereceye girerlerse Roma, Lyon, Zenit, Juventus, Benfica, Marsilya, Bremen ve CSKA Moskova da 2.torbanın sıklıkla görmeye alıştığımız yüzlerinden...

Bizim takımlarımızın ilk hedefi, ASTSUBAY olarak tabir ettiğim 3.torbanın kıdemli üyesi olmaktır. Bu sayede 4.torbadan gelecek takım karşısında da avantajlı konuma geçebilir ve oradan gelecek takımdan alacağımız minimum 4 puanla gruptan çıkma noktasında önemli bir adım atmış olabiliriz. Ayrıca kendi torbamızın olası takımlarından Tottenham, Ajax, Schalke, S.Lizbon, Olimpiakos, Lille ve Basel gibi takımlarla da eşleşmeme avantajına da sahip olacağız…

Burada 2 örnek vermek istiyorum. Bir tanesi yakın tarihimizden Güney Kıbrıs takımı olan Apoel Nicosia. Zaten herkes bu takımı biliyor. Yani kendilerini tüm Avrupa’ya başarılı bir şekilde yeteri kadar tanıttılar. Tamamının yakın tarihte Avrupa’da kupa kaldırmış tecrübeli takımları olan Shakhtar, Porto ve Zenit gibi zor bir gruptan üstelik deplasmanda hiç yenilgi almadan lider çıktılar. Sonrasında ise malum 2.turda ünlü Fransız markası Lyon’u da elediler. Şimdi çeyrek finalde Real Madrid ile eşleştiler ve onlar için peri masalında yolun sonu geldi ama topladıkları puanlarla önümüzdeki yıllar için kendilerine iyi bir kredi açtılar. Bu sezon sonu kendi ülkelerinde şampiyon olabilirlerse (son maça kaldılar) ve eleme maçlarından da kayıpsız geçerlerse Şampiyonlar Ligi’nde onları belki de 4. torba değil de 3.torbada görebiliriz…



Bir diğer örneğim ise Almanya Futbolundan… Kendimi bildim bileli Şampiyonlar Ligi’ne olarak tabir edilen İspanya – İngiltere ve İtalya’dan 4 takım gönderilir, Almanya ve Fransa’dan ise 3’er takım bu şansı elde eder. Fakat bu sezon sonu bu kural uzun yıllar sonra değişiyor. Almanların son yıllarda Avrupa’nın 2 kupasında da attıkları büyük adımlar neticesinde İtalya’dan bayrağı devraldılar ve 2012-2013 sezonundan itibaren Şampiyonlar Ligi’ne 4 takım gönderecekler. Hemde 3 tanesi direkt katılırken bir tanesi ön eleme oynayacak. Bu büyük başarılarında üstün Alman teknolojisi Bayern Münih’in son 10 sezonda 1 kupa, 1 final, 1 yarı final, 3 çeyrek final oynaması ve Bremen’in 2009 UEFA Finali ve Hamburg’un yarı finali, Schalke’nin geçen sezon Ş.Ligi yarı finali oynamasını sebep olarak pekala gösterebiliriz.

Artık ONBAŞI olan rütbelerimizi söküp, bir an önce terfi alarak ASTSUBAY apoletine dönüştürmemiz lazım. Yeni rütbemizde de kısa vadede sabırla ve azimle yükselip ‘Kıdemli Astsubay’ profiline ermeli ve Shakhtar Donetsk örneğinde olduğu gibi son sıralardan da olsa SUBAY rütbesine kadar çıtayı çıkarmamız şart. Böylelikle, futbolumuzun marka değerinin yerler altında göründüğü bir ortamda Avrupa Futbolunda atacağımız büyük adımlarla değerimizi, itibarımızı ve prestijimizi kurtarmış olacağız. Aksi durumda ise çoğu sezonda başımıza gelen durum olan Aralık ayında annemizin ligine geri döner ve kendi köyümüzde birbirimizi döveriz, birbirimizi yakarız, bol bol kadınlar ve çocukların izlediği maçlar oynarız… Elimize de kocaman bir SIFIR (0) geçer…

twitter @serdarsozkesen

12 Mart 2012 Pazartesi

Gizli Yetenekliler...

Kimleri transfer etmedik ki Türkiye’ye? Yıllarca Nistelrooy, Shevchenko, Robinho, Ronaldinho, Forlan, Reyes vb… Hiçbirisi gelmedi, gelmek istemedi. Güzel bir hayaldi ama ‘bazen paradan da önemli şeyler var’ cümlesinin ispatı gibiydi yaşananlar…  Bu dünya yıldızlarının ülkemize gelmemesine çok üzüldüğümü söyleyemem ama asıl beni üzen basiretsiz yöneticilerimizin ve büyük kulüplerimizin itibar etmeyerek sadece “desinler” zihniyetiyle açtıkları ‘futbolcu izleme komitesi’nin (scout) kenarda duran yıldız oyunculardan habersiz olmaları…

Küçük misyonlarındaki (kafalarındaki) düşünce;  tribünleri ayağa kaldıracak oyuncular alınacak, tribünler bu sayede dolacak, yönetime kocaman bir  ‘aferin’ denilecek ve herhangi bir başarısızlıkta “daha ne yapalım, yıldız oyuncuları getirdik ya” denilecek ve günü kurtarmak için, tanınmışlığı fazla ve genel olarak da ‘yaşlı’ statüsünde oyuncuların peşlerinde günlerce dolanılacak, menajerleri zengin edilecek…


( Bu yazı, Türkiye'nin en çok okunan spor sitesi www.sporx.com da 13 Mart 2012 tarihi itibariyle HAFTANIN BLOG YAZISI seçilmiştir. http://my.sporx.com/blog/gizli-yeteneklilerSXBLQ13243SXQ?1 ) 


Türkiye’ye aslında son 15 yılda önemli yıldız oyuncular geldi. Hagi, Hoojdonk, Ortega, Anelka, Ricardinho, Guti, Roberto Carlos, Quaresma, Anderson, Carew sadece bazıları… Genel görünüm ise hiç değişmedi. Sadece para için ülkemizi seçen yıldız oyuncular takımlarına istenilen katkıları maalesef veremediler…

Kendi gözlemlerime dayanarak, Türkiye’de keşke 3 büyükler alsaydı yada en azından peşlerinden koşsaydı diyebileceğim birkaç futbolcu var. Bu oyuncular, ülkelerinde yada yurtdışında fazlasıyla gol atmış, tecrübeleri yüksek yada genç yaştayken ‘geleceğin yetenekleri’ arasında gösteriliyor fakat bazen doku ve uyum uyuşmazlığından dolayı kulüplerinde yeteri kadar şans bulamıyorlar ve törpüleniyordu. Alınacak futbolcuların illa dünya yıldızı olmalarına gerek yok. CV’sine bakılıpta oyuncu tercihleri pekala yapılabilir yada denenebilir. Söyleyeceğim oyuncuların CV’lerinde, ‘goal machine’ (gol makinesi) yada ‘patlamaya hazır bomba, fakat patlamayı yapacak takım arıyor’ gibi cümleler de yer alıyordu. Yeri gelmişken hemen örnek vereyim : Gekas… Hemen kendisini belli etti.. Bursa’nın alıp sonra geri gönderdiği Kenny Miller da kaliteli bir kumaş olduğunu herkese göstermişti.

İşte bu tarz seçtiğim, bence ‘yıldız oyuncular’…

Claudio Pizarro (34)…  Uzun uzadıya geçmişini yazacak değilim. Kalitesini Bundesliga çok iyi özetliyor. Bayern Münih’te 6 sezonda attığı 84 gol var ve sırf bu istatistiği için bile alınabilir bir forvet. Bayern deneyiminden sonra kısa süreli Chelsea tecrübesi yaşayan Peru’lu oyuncu kendisine ilk Avrupa yolunu açan Bremen’in yolunu tuttu ve geride kalan 3,5 yılda kulübünde 83 gol gibi inanılmaz bir rakama ulaştı. Pizarro, 2 sezon öncesine kadar Almeida ile beraber oynamıştı.  34 yaşındaki oyuncu, 30’lu yaşlarda pekala Türkiye’nin yolunu tutabilirdi ve ülkemizde de müthiş bitirici tekniğiyle leblebi gibi gol atabilirdi…



Robbie Keane (32)… Premier League’nin en iyi forvetlerinden. Leeds, Tottenham, Liverpool kariyerleri var. Bir dönem kiralık olarak Celtic’de forma giydi. 18 maçta 16 gol attı ve İskoçya’da ‘yılın futbolcusu’ oldu. Tottenham formasıyla 97 gol attı. Bu sezon başı Amerika’ya Los Angeles takımına transfer oldu. Ligler bitince devre arasında Aston Villa ile kiralık olarak anlaştı ve hemen 7 maçta 3 gol attı. Gerekli para ve ilgi verilseydi belki de Türkiye’de de gollerini sıralayacaktı…

Santa Cruz (31)… Bir Bayern çıkışlı oyuncu daha. Forma giymesi gereken yıllarda Pizarro, Makaay, Toni gibi isimlerin ardında genel olarak yedek kalan yıldız oyuncu daha fazla dayanamayarak 2007 de Blackburn’ün yolunu tuttu. Orada gösterdiği (56 maç 23 gol) performansla M.City gibi para babasının dikkatini çekti ve 18 milyon paund gibi astronomik bir bedelle yeni takımına transfer oldu. City ekibinde yeteri kadar şans bulamayıp kendini gösteremeyen Paraguay’lı, bu sezon başı Betis’in yolunu tuttu. Sanırım Türkiye’deki 3 büyüklerin Real Betis’ten daha büyük takımlar olduğunu söylememize bile gerek yok…

Bojinov (26)… Belki biraz sorunlu belki de aradığı ortamı bir türlü bulamayan Bulgar forvet… Otoriteler patlamaya hazır bir yetenek dediler. Fiorentina’da biraz sivrildi ve daha 21 yaşında kendisini M.City’nin formasını giyerken buldu. Orada da tutunamayıp Parma ve son olarak S.Lizbon’da top koşturdu. Hala 26 yaşında olan hızlı ve yetenekli golcü, gerekli patlamayı yapacağı kulübü belki de hala arıyor…



Di Viao (36)… Becerikli ve fırsatçı İtalyan golcü… Onun işi sadece gol atmak. Kısa süreli Lazio ve Parma deneyimlerinden sonra 2002’de Juventus gibi bir 'dev'e transfer olan golcü, 2 sezonda 25 gole imza attı ve sezon sonu Valencia ile anlaştı. Oraya fazla alışamayınca bir dönem kiralık Monaco tecrübesi yaşadı ve sonra tekrar İtalya’ya geri döndü. 3,5 yıldır Bologna’da top koşturan futbolun veteran golcüsü, kulübüyle şu an 64 gol barajına ulaşmış durumda. Kendisini Valencia deneyiminden sonra (2004 yılında) pekala getirebilirdik diye düşünüyorum…

Maxi Lopez (28)… Championship Manager oynayanlar kendisini çok iyi tanır. 2001 yılında River Plate forması giymeye başladıktan sonra kendisini hızlı bir şekilde geliştiren Arjantinli golcü, kısa sürede scoutların dikkatini çekiyor ve bir anda 2004 yılında Katalan ekibi Barcelona ile anlaşıyordu. Tüm otoritelerin çok şey beklediği golcü oyuncu, yeteneklerini gösterecek ortamı burada bulamıyor ve sırasıyla Mallorca, FC Moscow ve Gremio deneyimleri yaşıyordu. Fakat şu bir gerçekti: Yetenekleri tartışılmazdı, sadece yetenekleriyle örtüşecek kulübü bulamıyordu ama Türkiye’dekiler ondan da habersizdi. 2009 da Catania ile anlaşan Tangocu, 2,5 sezonda 26 gol kaydetti. Bu sezonun devre arasında bir büyük dev Milan’da kiralık olarak oynamak üzere anlaştı…

Miccoli (33)… Bir diğer büyük İtalyan golcü… Kilolu olarak bilinen oyuncu kısa mesafede oldukça etkili sprintlere sahip ve büyük maçları çok seven bir futbolcu. O da Di Viao gibi kısa süreli bir Juventus tecrübesi yaşadıktan sonra Fiorentina ve Benfica arası mekik dokudu. Fakat son olarak 2007’de ülkesindeki Palermo’da karar kıldı. Kulübünde 4,5 yılda 66 gol atarak bir hayli başarılı bir performans gösterdi. Sadece İnter’e son 3 yılda 8 gol attı. Benfica macerasından sonra iyi bir rakamla Türkiye sınırlarına girebilirdi…



Cavenaghi (29)… Bir diğer River Plate çıkışlı golcü… İlk Avrupa tecrübesini Spartak Moskova ile yaşayan golcü daha sonra Bordeaux ile anlaştı. Fransız ekibinde 4 sezonda 40 gol kaydetti. Kısa süreli kiralık olarak Mallorca’da top koşturan Arjantinli orada da boş durmadı ve 13 maçta 6 gol atma başarısı gösterdi. Şimdilerde tekrar futbola başladığı River Plate takımına geri dönen golcünün keşke Türkiye’den de yolu geçseydi…

Fred (29)… Brezilya’lı golcü… Lyon ile kendisine Avrupa kapılarını açan futbolcu burada 3,5 yıl top koşturdu ve 39 golle vasatın üstünde bir performans gösterdi. Daha sonra kulübüyle anlaşamayan yıldız oyuncu henüz 26 yaşındayken ülkesinin yolunu tuttu ve Fluminense ile anlaştı. 3 yıldır burada olan Fred, 41 golü buldu bile. Lyon tecrübesi sonrası maksimum 10 milyon Euro bedelle göz koyulabilirdi…

twitter @serdarsozkesen 

5 Mart 2012 Pazartesi

"Yenemiyorsan Yenilme..."

Ligde artık telafisi zor haftalara gelinmiştir. Arkanda yüzbinlerce /  milyonlarca taraftarının hala sana desteği vardır. Bu zamana kadar topladığın puanlarla ligdeki iddian devam ediyor…  Avrupa Kupalarına gitmek istiyorsun yada küme düşme potasındasın ve acil puan / puanlara ihtiyacın vardır… Senin gibi bu hedefler doğrultusunda birkaç takım daha kesin bulunmakta… ve artık şiddetle her maçından puan toplaman şart. Rakip ayırt etmeden her maçına final maçı gibi hazırlanıp elinden geldiğince sahada mücadele edip lig sonunda o büyük pastadan hak ettiğin kadarını alman gerekiyor…

Stratejin aslında çok açık ve net : Yenemiyorsan yenilme… Bazen yenilmemek de büyük artı getirir. Farklı takımlarla aynı hedefler için çıktığın bir haftada rakiplerin birbirleriyle karşılaşıyor olabilir yada rakibin daha farklı hedefi olan bir takımla oynuyordur. Bu senin için büyük bir fırsattır ve sen eğer kazanamıyorsan kaybetmeyeceksin de… Kaybetmeyeceksin ki, kazandığın 1 puanla belki rakiplerinin olası puan kayıplarıyla dahi sıralamadaki yerin değişecek, onların üstüne çıkacaksın…



Maçta geriye düşsen de konsantrasyonun yine üst düzeyde olacak, mücadelenden ödün vermeyeceksin, gerekirse iki kişilik oynayacaksın, tüm şartları sonuna kadar zorlayacaksın. Hep kulağında, ‘yenemiyorsan yenilme’ sözü çınlayacak ve bu seni kamçılayacak. Her maçın final havasında geçtiği bir ortamda eğer kaybedersen kalan maçlarda çok daha zor günlerin seni beklediğini bile bile terinin son damlasına kadar savaşacaksın… Ne yapıp edip en azından 1 (bir) puan alıp kalan haftalara umutla girmen gerek. Atacağın golle belki takım canlanacak ve kalan zamanda galibiyet için dahi ümidin olacak. Kısacası bu şansı kaçırmaman lazım…

Beşiktaş – Trabzon maçı… Beşiktaş, son 6 haftada yalnızca 4 puan almış ve şampiyonluk potasından iyice uzaklaşmış ve artık önlerinde sadece 7 maç var. Ne yapıp edip kalan maçlarda maksimum puanı alıp play off denen  sisteme en azından iddialı girmek gerekiyor. Play off için kapıştığı rakiplerden G.Birliği, F.Bahçe’ye yenilmiş… Sivas ise G.Saray ile zorlu bir maç yapacak… ve Eskişehir’in ayak sesleri iyice yakından duyulmaya başlamış… Sonuçta kendi sahanda karşılaşıyorsun ve kötü oynadığın maçta 1-0’da öne geçiyorsun. İşte bu dakikadan sonra üstünlüğünü maç sonuna taşıyacaksın ya da hiçbir şekilde maçı kaybetmeyeceksin. Çünkü avantaj sende… Ama ne yapıyor Beşiktaş? Maçın başından itibaren oynadığı düşük ritimli mücadelede maçın en kritik dakikalarındaki konsantrasyon eksikliği ve takım olamamanın getirdiği sorunlar sebebiyle maçı 2-1 kaybediyor. Mağlubiyet, Beşiktaş için son 7 maçtaki 21 puanlık pastadaki kayıp olan 17. puan ve play off için de büyük bir tehlike anlamına geliyordu…



Beşiktaş’a benzer bir takım, İnter… Mourinho’lu dönemini mumla arayan Ranieri’nin İnter’i  son 6 maçında yalnızca 1 puan almış ve çoktan şampiyonluk potasından uzaklaşmış. Tek amaçları artık UEFA Avrupa Ligi’ne katılmak yada kalan maçlarındaki alacağı maksimum puanla lig üçüncüsü olup Ş.Ligi bileti alabilmek. Takım üstüste gelen acı mağlubiyetlerden sonra taraftarı önünde Catania’yı ağırlıyor. Tek parola galibiyet… Eski efsane Roma’lı Vincenzo Montella’nın takımı daha ilk yarıdan 2-0’ı bulunca yine çatlak sesler duyulmaya hatta ‘Ranieri istifa’ sesleri iyice ayyuka çıkmaya başlamıştı. İkinci yarıda Beşiktaş’ın aksine ‘yenemiyorsan yenilme’ stratejisiyle ağırlığını koyan İnter, iki büyük golcüsü ‘Diego’ kardeşlerin golleriyle maçı 2-2 tamamlayarak stratejisinde başarılı oluyor ve en azından hedeflerinden çok da uzaklaşmamış oluyordu…

Ve Bayern Münih… Ligde 5-6 maç çok iyiler ve ligi domine ediyorlar. Otoritelerin çoğu onları, ‘herşeye rağmen şampiyonluğun 1 numaralı adayı’ ilan ediyor. Sonraları sanki takıma sihirli bir el değiyor ve takım frene basıyor, seri puan kayıpları yaşıyor. Özellikle deplasmanda çok etkisizler. Son oynanan Basel deplasmanındaki kötü futbol ve kötü skorun ardından Bundesliga’da şampiyonluk virajında 6 puanlık maç. Maçın önemi öyle böyle değil, Leverkusen deplasmanı. Lider Dortmund’un 4 puan gerisindeler ve ilerleyen haftalarda 80.000 kişilik ‘Signal Iduna Park’ deneyimi de ('sancısı' daha yerinde olabilir) yaşayacaklar. Rakip Leverkusen’de ise Ballack, Barnetta, Eren Derdiyok, Corluka, Friedrich, Sam gibi çok önemli oyuncular kadroda yok… ve favori çıktığın karşılaşmada bir türlü gol gelmiyor. Dakikalar 80’i gösterdiğinde ise Kiessling’in golü geliyor ve sonrasında tamamen dağılan takım 90’da da 22’lik Bellarabi’nin golüne engel olamayınca sahadan başı önde ayrılıyor ve Kloppe’nin takımı Dortmund’un tam 7 puan gerisinde kalıyordu. Halbuki 80.dakikada gelen beraberlik golü öncesinde, en azından ‘yenemiyorsan yenilme’ stratejisine bağlı kalınsaydı belki de ileride mum gibi aranacak 1 puanı da çok düşünmeyeceklerdi…

Kısacası… YENEMİYORSAN YENİLME… Bence futbol dünyasının en önemli deyimlerinden birisi ve liglerin son haftalarında averaj hesabı yapanlar, şampiyon olmak isteyenler, kümede kalmak isteyenler için baş tacı ilan edilebilecek bir söz dizisidir… Bu sözü layıkıyla uygulayan takımlar ise genel olarak hedeflerine ulaşacaktır…

Saygılarımla,

Twitter @serdarsozkesen