25 Aralık 2012 Salı

CM 01-02 : Veteranlar Savaşı...

Bugün gelin gündemdeki futbolu değil de hatıralardan bir demet yapalım ve çoğu futbolseverin henüz genç yaşlarda tanışmış olduğu efsane bir futbol oyunundan söz edelim...

Evet herşey 2001'in Kasım ayında başladı... O sıralar Edirne'de üniversite eğitimine devam ettiğim yıllarda bir internet kafede tanışmıştım o renkli oyunla... Heyecanla monitörüne baktığım kişiyi tanımıyordum ama oynadığı oyun fazlasıyla dikkatimi çekmişti. Evet adam resmen Galatasaray'ın teknik direktürü gibi davranıyor, oyuncu alıp, oyuncu satıyordu. Her maça değişik taktikler yapıyor, kaybedince çok sinirleniyordu. Bu oyun şüphesiz beni çok etkilemişti. Oyunun adını sordum heyecanlı bir ses tonuyla. "Championship Manager 01-02" dedi...

O günden sonra oyunu baya bir hatmedip, hangi oyuncuların gelecekte parladığını, oyun stratejilerini öğrenip, tatbik edip farklı takımlarla sayısız kupa kazandım. Nihayetinde oyunu İstanbul'da oturduğum yerdeki internet kafeye getirdim. İlk başlarda tabiiki insanlar tuhaf gözle karşıladılar ama sonrasında 1-2-3 kişi derken onlarca kişiye oyunu tanıtıp, iyi birer teknik direktör yaptım hepsini :)



İşin en ilginç ve dikkat çekici noktası ise, oyunu yapan kişilerin çok çok mükemmel bir şekilde futbolcu izleyip muhteşem öngörüş yetenekleriyle geleceğin yıldız oyuncu adaylarını ortaya çıkarmaları oldu. Ha, patlamaya yapamayıp elde patlayan yıldız adayları da olmadı mı, tabiiki oldu : Aghahowa, Tsigalko, Okoronkwo, Kerr vd... En basitinden şunu sorayım sizlere : Siz bundan 11 yıl önce Robben, Terry, Tevez, Mexes, J.Cole, Kallstrom, Aimar vd. gibi oyuncuların sadece bir kaç sezon sonra dünyanın en yetenekli futbolcuları arasında olacağını yada büyük kulüplere imza atacağını tahmin edebilir miydiniz?

Bundan tam 11 sene önce, geleceğin büyük yıldızları olacak yada büyük takımlara imza atacak yada 20'li yaşlarının başında fakat her daim adından söz ettirecek futbolcuların şimdilerde kariyerlerinin sonlarına yaklaştığını görüyoruz. Bende nacizane daha çok efsane oyun CM 2001'den tanıdığım - sevdiğim - hayran kaldığım ve hala aktif futbol yaşantılarına devam eden büyük futbolcuları sıraladım. Toplamda 22 oyuncu seçtim ve bununla beraber 2 takım oluşturdum. Seçimlerimi yaparken aktif profilleriyle beraber Avrupa'da futbol hayatlarına devam etme kıstaslarını ekledim. Açıkçası 22 oyuncuyu seçerken fazlasıyla zorlandım ve ortaya böyle bir tablo çıktı. Tabiiki herkesin seçimleri farklılık gösterebilir. Fakat bu veteran kadroyu hangi lige koyarsan koy, sanki şampiyonluğa oynar gibi görünüyor :)

AS KADROM : 2000'li yılların efsane taktiği 4-4-2 ile mücadele edeceğiz...

Buffon 34 - Juventus                         

Carragher 34 - Liverpool
Ferdinand 34 - M.Unıted
Puyol 34 - Barcelona
Zanetti 39 - İnter

Gigs 39 - M.Unıted
Pirlo 33 - Juventus
Van Bommel 35 - PSV
Totti 36 - Roma

Milito 33 - İnter
Klose 34 - Lazio

YEDEK KADROM : Efsane hoca Capello'nun 4-4-2'si kolay kolay bozulmaz :)

Abbiati 35 - Milan                            

Yepes 36 - Milan
Samuel 34 - İnter
Gallas 35 - Tottenham
Neville 35 - Everton

Scholes 38 - M.Unıted
Lampard 34 - Chelsea
Ambrosini 35 - Milan
Aimar 33 - Benfica

Pizarro 34 - B.Münih
Toni 35 - Fiorentina



CM 01-02'de etkileyici bir kariyer hikayesi okumak için mutlaka ziyaret edin. Geniş fotoğraf albümü ile bir yıllık CM hikayesi... goo.gl/UzHW8R

twitter.com/serdarsozkesen

17 Aralık 2012 Pazartesi

Son Dünya (Maya) Derbisi (!)

Bir sözde dünya derbisini daha (Yurt dışından sadece 18 basın mensubunun izlediği) atlattık kazasız belasız... Maya takvimine göre son dünya derbisi olması münasebetiyle de bir hayli dikkat çekici bir maçtı...

Kalemimden bu maça yansıyan notlarım ise şu şekilde:

Maç öncesi teknik adamların takımlarını oynatma biçimleri, kadro derinliği, saha avantajı gibi sebeplerden dolayı Galatasaray'ın bir adım önde maça başlayışı...

Tribünlerdeki kareografinin mükemmelliği...

Volkan Demirel'in artık klasik haline gelen G.Saray deplasmanlarındaki olağanüstü performansının sekteye uğraması...

Selçuk İnan'ın bir Fenerbahçe maçında daha frikikten gol atması...

Bekir'in akıllardaki yerini koruyan muhteşem röveşata golünden sonra yine aynı güzellikteki kafa golü, fakat bu defa yanlış adrese...

Fenerbahçe'nin Alex'ten sonra gözle görülen lider oyuncu eksikliğinin direkt maça etkisi... Arkadaşlarını yönlendirecek, sahadaki uyur -gezer mücadeleye isyan edecek bir futbolcunun olmaması, kritik anlarda kimsenin sorumluluk alamaması...
Fatih Terim'in küçük - büyük rakip dinlemeden her maçına çift forvetle çıkması ve kendisi için her önemli / kritik maçtan (Manu, Braga, Cluj) alnı ak çıkması... Buna karşılık artık 11-12 yaşındaki çocukların dahi ezbere bildiği bir ilk 11 ile sahaya çıkan, risk almayı ve ezber bozmayı sevmeyen Aykut Kocaman'ın klasik 4-2-3'i (pratikte 8-1-1'i)...

F.Bahçe'nin deplasman fobisi ve hep ilk golü yedikten sonraki 'kıpırdanma' havası... Sahadaki ruhsuz oyun sonrası, en azından "Forma kazanır" diyen taraftarların haklı tepkisi... Deplasmandaki 8.maç sonucunda hala alınan tek galibiyet. (Lig sonuncusu Akhisar

F.Bahçe'nin Kuyt ve Sow'dan başka tabelayı değiştirecek derecede yaratıcı oyuncu eksikliğinin sezon başından beri olduğu gibi pozisyon eksikliğine sebep olması ve kaçınılmaz son... F.Bahçe'nin orta saha 4'lüsünün (Cristian - M.Topal - Meireles - Caner) ceza alanına attığı 12 'top'a karşılık rakibi G.Saray'ın (Selçuk - Melo - Amrabat - Hamit ) bu alanda 25 rakamına ulaşması... Sow'un neden 3 büyükler arasında en az topla buluşan santrfor olduğunun net bir şekilde sahaya yansıması...

Genel olarak beklentilerin aşağısında bir futbol anlayışı... Rakipleri Beşiktaş'ın iştahlı, pozitif oynayan ve rakibini de oynatan futbol rengine 2 takımın da yaklaşamaması... 

Burak Yılmaz gibi bir santrforun yaptığı 7 faulle açık ara maçın en çok faul yapan futbolcusu olmayı başarması... Burak - Umut ikilisinin gol atamadığı 3. maç olması...

Hasan Ali Kaldırım'ın futbol hayatındaki ilk resmi golünü bir G.Saray maçında ve sağ ayakla atması...
Meireles gibi bu lige 'fazlasıyla profesyonel' bir futbolcunun oyundan çıkarken hakeme yaptığı 'çirkin' hareketler ve kulübüne, kariyerine, taraftarlara ve en başta futbola ihanetin fotokopisi...

G.Saray'ın son 2 yılda derbi maçlarda aldığı sonuçlarla F.Bahçe üzerindeki psikolojik baskı ve başarısız sonuçlarının silinmesi (Son 6 maçta 3G, 2B, 1M) ve sonuç olarak tablonun F.Bahçe aleyhine dönmesi...

... ve vasatın üzerine çıkmayan / çıkamayan 2 takımın mücadelesinde rakibinden biraz daha olumlu işler yapan G.Saray kazandı ve ilk yarıyı lider bitirmeyi garantiledi...

twitter.com/serdarsozkesen

10 Aralık 2012 Pazartesi

'Hatalıyım' Demek Büyük Bir Erdem...

Tarih 17 Kasım 2012... Eskişehirspor - Fenerbahçe mücadelesi...Hani günlerce konuşulan Fırat Aydınus'un Caner'i haksız yere oyundan attığı ve 1-1'lik sonuçla biten maç... Hani, maç 0-0 devam ederken 26.dakikada Eskişehir'li Veysel ile Fenerbahçe'li Caner'in ikili mücadelesinden sonra Veysel'in faule maruz kaldığını düşünerek, "Bunu da mı vermeyeceksin lan" sözünü edip pozisyondan uzaklaşması ve hakem Fırat Aydınus'un bu sözü duyduktan sonra arkasına baktığında olay yerinde sadece Caner'i görüp tamamen kendi inisiyatifiyle F.Bahçe'li oyuncuya kırmızı kartı çıkardığı an...

Çok tartışıldı, yazıldı, çizildi... Fırat Aydınus, 4.hakeme neden sormadı, o söze kırmızı kart çıkarılmalı mıydı? Hakemin Caner'e takıntısı mı vardı? Komplo teorileri uzadı da gitti. Sonuç çok net: Kamuoyu hiç bir şekilde tatmin olmadı...

................

Tarih 8 Aralık 2012... Yani söz konusu maçtan 3 hafta sonrası. Yer Signal Iduna Park. Dortmund, sahasında Wolfsburg'u ağırlıyor ve maçtan önce net bir şekilde favori olan taraf. Henüz 6.dakikada öne geçer ev sahibi. Maçın kıvılcımını yakacak o talihsiz pozisyon ise 35.dakikada yaşanacaktır. O dakikada Dortmund'lu Schmelzer'in çizgi üstünde topa elle dokunduğu yorumunu yapan orta hakem Wolfgang Stark, penaltı kararı verir ve maç 1-1 olur. 10 kişi kalıp morali bozulan Dortmund, ilk yarı bitmeden ikinci golü de kalesinde görür. İkinci yarı 2-2'yi yakalasa da 73'te bir gol daha yer ve maçı 3-2 kaybederek Bayern'in tam 14 puan gerisinde şampiyonluk hayallerini Kaf Dağı'nın ötelerine bırakır...
Maçı izleyen her insan, kararın % 100 hatalı olduğunun ve maçın kırılma anının olduğu konusunda hemfikir. Peki Dortmund 1-0 öndeyken olan bu hatalı karar ve sonrasında 10 kişi kalan takımın hakkı yenmemiş midir? Tabiiki öyle ama hakem de hata yapar evet, onlar da bizler gibi insanlar. Herkes gibi onlar da hata yapmaya meyillidirler. Bizim bazen TV başındayken tekrar tekrar izlediğimiz ve 3-4 dakikada bile net yorum sahibi olamadığımız pozisyonlara 'an'lık kararlar vermeleri gerekiyor... Şüphesiz hakemlik her açıdan ÇOK ZOR bir meslek...

Burada Stark'ın nasıl bir hakem olduğunu sorgulayacak değilim. Sadece hatırlatma babında şunu ekleyebilirim; 19 Eylül'de Old Trafford'daki M.Unıted - G.Saray mücadelesinde Umut'un pozisyonuna penaltı çalmayan ve maç boyu kararlarında tutarsızlık gösteren ve hatta Almanya dahil birçok ülkede de acımasızca eleştirilen hakemdi kendisi...

Çok eleştirilse de / eleştirsek de maç sonrası Stark'ın açıklamaları ise başta bizim ülkemizdeki hakemlere ve tüm dünyaya ders verecek ve kamuoyunu da fazlasıyla rahatlatacak düzeydeydi. Stark, maçtan hemen sonra, Fırat Aydınus'un yapamadığını yaparak "Soyunma odasında pozisyona tekrar baktım ve ne yazık ki gördüğümü yanlış yorumlamışım. Gerçekten üzgünüm. Böyle bir hata olmamalıydı. Kırmızı kart ve penaltı tamamen yanlış bir kararmış." diye konuştu. Bu açıklamadan sonra Almanya Futbol Federasyonu'da kırmızı kart gören Schmelzer'e ceza verilmeyeceğini açıkladı. 

Nereden nereye işte... Bir yanda hatasını hemen kabul eden ve özür dileyen bir hakem... Diğer yanda ise sus pus olan TFF, Merkez Hakem Kurulu ve konuşma yasağı olan Fırat Aydınus... Artık zincirleri kırmak lazım, bu kötü gidiş polemikleri, tartışmaları, kavgaları her zaman fitilleyecektir ve sonunda da her zamanki gibi Türk Futbolu kaybedecektir...



twitter.com/serdarsozkesen

29 Kasım 2012 Perşembe

Ertuğrul Sağlam, Di Matteo...

Tarih 07.10.2008... Beşiktaş, ligin 6.haftasında Hacettepe engelini 2-1 ile geçtikten bir gün sonra teknik direktör Ertuğrul Sağlam, "Kendime olan saygım, Beşiktaş'a olan Sevgim ve Türk antrenörlüğünün saygınlığı için istifa ediyorum” diyerek Beşiktaş defterini sonlandırıyordu...

Daha sezonun başı... 6 haftada alınan 4 galibiyet, 2 beraberlik... F.Bahçe'nin 8, G.Saray'ın 3 puan önünde bir puan tablosu ile herşey yolunda... Fakat UEFA'da 1-0 kazandıkları Metalist Kharkiv maçının rövanşında Ukrayna'da alınan 4-1'lik mağlubiyet ve Avrupa'ya erken veda... 'Bir maç' uğruna, bir başarısız sonuç sonrası bir daha geri dönüşü olmayan yola götüren karar... Ligde bu kadar başarılıyken, o maça kadar Avrupa'da esamesi okunmayan, hatta bu maç sonrası tanınmaya başlayacak olan Metalist takımına eleniş ve sonrasında camiadan ve medyadan gelen tepkilerin , çatlak seslerin önüne geçilemeyecek kadar çığ gibi yükselmesi...

'Adam gibi adam' cümlesinin baş muhatabı, Liverpool zaferi ve hezimetinin sahibi genç teknik adam, şüphesiz bu ağır yükü kaldıramadı ve Metalist maçı sonrası Yıldırım Demirören yönetiminin vakit kaybetmeden arkasından hemen teknik adam arayışlarına başladığını da ekleyerek, "Yüzüme karşı böyle bir görüşme olmadığı dense de arkandayız dense de bu kadar inandırıcı olmayan söylemleri duyduktan sonra artık burada olmamız mümkün değil. Türkiye'de yerli hocayla yabancı hocaya yapılan çifte standardın ortadan kaldırılmasını istiyorum” diyerek bir Türkiye gerçeğini de sağlam bir duruşla şekilde ortaya koymuş ve dile getirmiş oldu...

Yıllar geçse de hala her İnönü'ye gelişinde taraftarın sahiplendiği ve her fırsatta sevgisini dile getirdiği Ertuğrul Hoca; son olarak, "Taraftarlarımız geldiğim günden bu yana bana destek verdi. 'Adam gibi adam Ertuğrul Sağlam' dediler. Görevime adam gibi başladım, adam gibi devam ettim ve adam gibi bitiriyorum” diyerek noktayı koydu...

........................................

Abramovich'in adeta diktatör edasıyla yönettiği Chelsea'den nasibini almış ve tescilli kovulmuş son teknik adamı Di Matteo... Rus milyarderin en büyük hayali olan Şampiyonlar Ligi Kupası'nı Londra'ya getiren bir teknik adam dahi olsanız, Chelsea'de işiniz asla garanti değildir ve bir gün o hazin sonu mutlaka yaşayacaksınız demektir...

3 Mart 2012'de Villas Boas yönetiminde alınan WBA mağlubiyeti sonrası, yaptığı en iyi iş olan 'teknik adam kovma' görevini başarıyla uygulayan Abramovich, aynı zamanda eski Chelsea futbolcusu İtalyan Di Matteo'yu göreve getirdi. Bir başka deyişle ateşin tam ortasına attı... Mourinho sonrası geçen 5,5 yıldaki altıncı teknik adam olarak tarihe geçiyordu İtalyan futbol adamı... Ayağının tozuyla 2,5 aylık dönem içerisinde takımına FA Cup şampiyonluğu getiren genç teknik direktör, Rus milyarderinin tam 9 sene boyunca hasretini çektiği, o kupa için milyar dolarlarını saçmaktan asla imtina etmediği Şampiyonlar Ligi Kupası'nı da kimselerin ihtimal vermediği bir anda hem de rakibinin sahasında Beyern Münih'ten alıyor ve tarihe geçiyordu...

Tarih, 20 Kasım 2012. Juventus ve Shakhtar Donetsk ile kıyasıya bir yarış içerisinde yer aldığı Şampiyonlar Ligi grubunda İtalya'da Juventus'a konuk olan Mavi - Beyazlılar sahadan 3-0'lık mağlubiyetle ayrıldı ve Abramovich, gözünü dahi kırpmadan, en büyük hayalini kurduğu kupayı kendisine veren teknik adamı Di Matteo'ya maçtan saatler sonra kapıyı gösterdi. Hem de Premier Lig'de lider M.City'nin sadece 4 puan gerisinde iken... Demekki Rus patron, olası Juventus mağlubiyetini düşünerek kafasında zaten silmişti Di Matteo'yu... 42 yaşındaki Matteo ise, bu durum karşısında yine mütevazi şekilde, "Formasını severek giydiğim, kalbimin başarısı için attığı takımlardan olan Chelsea'nin başında bulunduğum için onur duydum. Chelsea'de kısa sürede elde ettiğimiz başarılar ve aldığımız kupalardan dolayı da gurur duyuyorum." diye konuşmuştu...

Şüphesiz bu kovuluşun, Abramovich tarafından en büyük gerekçesi, Juventus mağlubiyeti sonrası takımın Şampiyonlar Ligi'nde gruptan çıkmasının artık çok zor oluşundandı. Artık her şey Chelsea'ye bağlı değildi. Son maçta sahalarında Nordsjaelland'ı yenseler dahi, Shakhtar ile Juventus berabere kalırlarsa Şampiyonlar Ligi'nden eleneceklerdi... Şimdilerde ise İspanyol Benitez, taraftarların hiç de sıcak bakmamasına rağmen ateşten gömleği giydi ama herkesin bildiği gibi onun da sezonu tamamlayamama şansı, tamamlama şansıyla eşit...
Ertuğrul Sağlam ve Di Matteo... İkisi de genç yaşlarda formasını giydikleri takımlarda teknik adam görevlerine getirildiler... İkisi de kendi liglerinde çok başarılı oldukları bir dönemde Avrupa Kupası maçlarından dolayı istifa etmek zorunda bırakıldı ya da görevine son verildi... 

Yıldırım Demirören ve Abramovich... İkisinde de çok para var. Tabii ki Rus olanın daha fazla ama ülkelerinde futbol endüstrilerine göre gayet iyi durumdalar. İkisi de göreve geldiklerinden bu yana kulüplerine inanılmaz para aktardılar... ve ikisi de teknik adamlara karşı zaafları olan, bir çırpıda kapı önüne koyacak kadar da vizyonsuz olan kulüp sahipleri... Allah'tan Beşiktaş, Demirören'den kurtuldu ama Chelsea'nin Abramovich'ten kurtulması şimdilik pek de mümkün görünmüyor...

twitter.com/serdarsozkesen

20 Kasım 2012 Salı

Hep mi Futbol? Nereye Kadar?

Futbola bu kadar fazlasıyla adanmış hayatlarla bir adım öte gidemeyiz...

Spor, sadece futbol demek değildir. Bizim ülkemizde futbol; nefret, kin, hesaplaşma, tartışma, polemik, kıskançlık ve sahtekarlık üzerinden konuşuluyor... Bu kıstaslar üzerinden insanlar birbirlerine düşman oluyor...

Futbolun bu denli ülke gündeminden de hatta her şeyden de ön planda olmasından dolayı kimi hakemlere düdük astırılıyor, kimi yöneticiler hayatlarına kast etmeye çalışıyor, kimi bir pozisyon uğruna çoluğu çocuğunun üzerine yeminler ediyor, kimileri ise para uğruna, rant uğruna kulübünü dahi dolandırıyor... 
'Skor' uğruna hayatlar mahvoluyor, bir 'gol' uğruna kulüpler dostluklarını bozuyor ve bir pozisyon uğruna ülkedeki tüm dert, sıkıntı, iç savaş hali unutuluyor ve sürekli tüm kanallarda yeşil sahalardaki neredeyse birbirlerini gırtlaklayacak noktaya gelen futbolcular ve ağızlarından salyalar akan yöneticileri gözümüze sokuyorlar...

Bu ülkede spor denilince sadece futbol yok ve olmamalı da. Basketbol var, voleybol var, var da var... Evet futbol, dünyanın en gözde sporu ama hayatımızın neredeyse tamamına hükmetmesi ne kadar doğru? ve daha ne kadar futbolla yatıp, futbolla kalkacağız? Ne olur artık gözlerinizi açın, farklı hislere kapılmak adına basketbol maçları izleyin, takip edin. Tenis maçlarındaki heyecana kapılın ve voleybol maçlarındaki rekabeti gerekirse yerinde yaşayın.

Şimdi kafaları dağıtma zamanı... Bırakın futbolcular, yöneticiler, yorumcular birbirlerini yiyip dursunlar. Siz onlara hiç aldırış etmeyin, TV izlemeyin gerekirse... Gelin hep beraber parkelere, spor salonlarına, kortlara gidelim...

twitter.com/serdarsozkesen

13 Kasım 2012 Salı

Süper Lig'in Ofansif Resmi...

11 haftası geride kalan Süper Ligimizde, 4 büyük takımımızın orta saha ve hücum bölgesindeki futbolcuların bireysel performanslarının takımlarına olan etkisi hakkında bir görüş, bir yorum yada performans değerlendirmesini içeren bir istatistik hazırladım. Öncelikle şunu belirteyim tüm istatistiki bilgiler http://tr.matchstudy.com adresinden alınmıştır. Derleme ise şahsıma aittir...

Sizler de aşağıdaki istatistiki bilgilere bakarken eminim bir değerlendirmeye sahip olacak, takımların puan durumundaki sıralamalarının sebepleri hakkında bir görüşünüz olacak ve Süper Lig'i bir de bu istatistiki görüntüsüyle analiz edeceksiniz... 

Takımların daha fazla gol atması yada daha az gol atmasının nedenlerini irdeleyecek, oyunun 2. ve 3. bölgesindeki oyuncuların bireysel performanslarının takımın geneli hakkındaki görüntüsünü okuyacak ve 3'te 1'i tamamlanan ligimizde takımların puan tablosundaki yerlerinin ileride daha iyi yerlere gelmesi için görüşleriniz ve fikirleriniz olacaktır...

İşte 4 büyük takımımızın orta saha ve gol bölgesindeki oyuncularının (daha fazla forma şansı bulan) bireysel performanslarına dayalı istatistiki bilgileri :

twitter.com/serdarsozkesen

30 Ekim 2012 Salı

2-0'ın Laneti...

Geçen hafta Avrupa’da bilhassa 2-0’ın laneti yaşandı. Nasıl mı? Maçın herhangi bir zamanında 2-0 gibi çok avantajlı skora sahip takımlar, konsantre kaybı mıdır, geç gelen adalet midir yoksa başka bir sebepten midir bilmem skor avantajlarını koruyamayarak ya maçı zar zor berabere bitirdiler yada kaybettiler. Bu örnekler çok olunca bende bazılarını derledim. İşte tablo :

2-0’ın lanetinin şüphesiz en üst sırasında Roma olmalı. Çünkü daha geçen hafta gittikleri Genoa deplasmanında dakikalar 15’i gösterdiğinde skor tabelasındaki 2-0’lık Genoa üstünlüğü başta Romalı taraftarlar olmak üzere teknik adam Zeman için de tam anlamıyla bir kabustu ve kalan zamanda bırakın kazanmayı tüm hesaplar bu dakikadan sonra beraberlik için yapılmaya başlanmıştı. Kısa süreli şoktan sıyrılan Totti ve arkadaşları çok geçmeden önce soyunma odasına 2-2 ile girdiler daha sonra da maçı 4-2’lik fantastik skorla tamamlayıp Avrupa’da “haftanın takımı” olmuşlardı. Bu hafta ise sahalarında ağırladıkları Udınese karşısında da net favoriydiler. Zeman’ın 4-3-3’lük taktiği ile bu sezon fazlasıyla gollü maçlar oynuyorlardı. Son haftaların formda ismi Arjantinli genç forvet Lamela ile daha yarım saat dolmadan 2-0’ı yakalayan Başkent temsilcisi devreyi 2-1’le kapattı. İşte herşey bundan sonra oldu. İtalya Ligi’nin yıllanmış şarabı Di Natale ile önce beraberliği yakalayan Udınese, 88’de aynı oyuncudan bir de penaltı ile skor yakalayınca Roma bir hafta önce 2-0’dan döndürdüğü maçın tam tersi şekilde 2-0’dan maçı 3-2 kaybetti. Atalarımız demiş; “Gülme komşuna, gelir başına”

Merseyside derbisi… Dünya derbi literatüründe üst sıralarda kendine yer bulmuş önemli bir düello. Son yıllarda rakibine üstünlük kuran Gerrard’lı Liverpool ile ‘bonus’ Fellaini’li Everton… Merseyside derbilerinde her zaman maçtan önce ev sahipleri bir adım önde tahminleri yapılır. Fakat daha 20.dakikada tribünleri susturan Kırmızılılar, Nuri Şahin’in de ilk 11 başladığı maçta 2-0’ı yakalamıştı bile. İşte o dakikadan sonra Everton’lı oyuncular bir anlık silkelenme sonrası devre bitmeden 2-2’lik skoru yakaladı. Ne olup bittiğini anlayamayan Liverpool ise kalan dakikalarda skoru korumak istercesine futbol oynayınca büyük bir avantajı teperek maçı 2-2’lik beraberlikle noktaladı…
Bundesliga’da geçen sezonun flaş takımı M.Gladbach’tı. Sezon başında yıldız isimleri Reus’u satan fakat karşılığında Twente’den De Jong’u alan Favre’nin öğrencileri maalesef sezona iyi başlayamamış, ilk defa katıldığı Şampiyonlar Ligi’nde de tam bir hayal kırıklığı yaşatmıştı. Temsilcimiz Fenerbahçe’nin Almanya’daki 4-2’lik şaşalı galibiyeti de hala akıllarda iken, her zaman sahasında rakiplerini fazlasıyla zorlayan Hannover deplasmanında işleri gerçekten çok zordu. De Jong’un sakatlığı da maç öncesi baş ağrıtıyordu. İlk yarı gol yoktu, ikinci yarı da iki takım da belli ki riskler alacaktı. İlk riski alan ev sahibi Hannover, daha 53.dakikada skoru 2-0’a getirecek rakibini iyiden iyiye strese sokacaktı. 69’da Favre 2 forvet birden sahaya sürünce hemen ilk meyve geldi ve 70’de fark 1’e indi. 77 ve 79’da 2 gol daha bulan M.Gladbach 9 dakikada maçı çevirerek belki de Bundesliga’nın ve Avrupa’nın bu sezon ki efsane maçlarından birini 3-2 ile kazanarak tarihe geçiyordu

Evet futbol böyle bir şey işte. Boşuna dememişler, “Futbol 90 dakikadır” diye. Bir anlık hata, konsantre kaybı, rakibi küçümsemek yada futbol şanssızlığı direkt olarak skor tabelasını etkiliyor…

twitter.com/serdarsozkesen

16 Ekim 2012 Salı

Sonu Baştan Belli Acı Bir Hikaye...

Milli takım yönetmek, sanattır... Her futbolcuya eşit mesafede durmak, beceridir... Maç içinde oyunu okumak, tecrübedir... Rakibi başarılı bir şekilde etüt etmek, hünerdir... Egolarından arınıp, sağ duyulu seçim yapmak ise hepsinden zordur... 

Biz, Avrupa'nın en güçlü ülkelerinden (!) Estonya karşısında sidik zoruyla maç kazanalım, sonra da federasyon kişi başı 30.000 USD ikramiye dağıtsın, futbolcuların gururları okşansın ve şımarsın... Hollanda gibi bir dev karşısında kora kor bir futbol ve kaçırılan % 100 en az 5 pozisyon... Sonrasında Estonya karşısında rakibin kırmızı kart sonrası zorla gelen galibiyet. Romanya maçını ise yazmaya gerek yok, üretkenlik 0, pozisyon 0, baskı 0, herşey kocaman bir sıfırdı... En basitinden yapılan 39 ortanın sadece 2 tanesinin isabetli olması bile gerekli sonucu bizlere gösteriyordu... 
Yani tüm alametler, Macaristan maçı öncesi bize maçın şifrelerini veriyordu. Yine üretkenlikten uzak olacaktık, saman alevi gibi parlayan akınlarımız olacaktı. Yine ileride çoğalamayacak, bir - iki kişinin gününde olursa özel yeteneklerine muhtaç kalacaktık. Takım futbolunu kompak şekilde asla oynayamayacaktık. Gereksiz top kayıpları yapacak, aslında en büyük rakibimizin kendimiz olacağını asla göremeyecektik. Heyecandan zerre hisse almamış oyuncularla, ruhsuz, maç bitse de eve gitsek havasında zaman geçirmeye çalışacak, bize güvenenleri asla akıllarımıza getirmeyecektik...

Biz zaten Brezilya takıntısı olan bir milletiz. Brezilyalılara da ülkesini de pek alışamadık. Alex gibi bir efsaneyi 8 senenin ardından 8 dakika bile olmadan kapı dışına ittiriverdik. 1958 Dünya Kupası'na sırf mali konulardan dolayı hak ettiğimiz halde gitmedik, gidemedik... Varsın yine gidemeyelim Brezilya'ya, ne fark eder ki? Ne kadar koyar ki bize? Biz zaten her acının tiryakisi olmuşuz, bunu da unuturuz...
Son kullanma tarihi geçen futbolcularla yola çıkmak, yüzlerine bakıldığında net bir şekilde öz güveni kaybolmuş oyunculara tahammül etmek... Başarısız olacağım korkuları ve çaresizlik. Hep aynı senaryo, sonu baştan belli acı bir hikaye... ve eleme fobisi, play off fobisi... Kalibre olarak en az 2 kat aşağımızdaki takımlara verilen gereksiz imtiyaz, fazlasıyla gösterilen misafirperverlik... Şapkadan tavşan çıkartmak için teknik direktörlerin anlamsız iç çekişmeleri... Kadroya seçilen oyuncuların asla bilinmeyen seçilme yöntemleri. "Formda ve sürekli oynayan kadroya seçilir" mantalitesinin asla bir gösterge olmaması, bir laftan ibaret olması...

Evet son tren de kaçtı, umutlar ikibin bilmem kaç Dünya Kupası'na... Olsun, biz yine hiç bir Avrupa takımı ile eşleşmeden Dünya üçüncüsü olduğumuz 2002 Dünya Kupası'nın ve 2008 Avrupa Şampiyonası yarı finalinin olduğu kasetleri izleyelim de biraz kendimize gelelim. Bir Dünya Kupası'nı daha evlerimizden ahlarla vahlarla seyredelim...

twitter.com/serdarsozkesen

5 Ekim 2012 Cuma

"Hiçbirimiz Bir Messi Olamayız!"

Ryan Babel, geçen hafta FİFA'nın resmi sitesine verdiği röportajda "Bir futbolcunun en verimli çağı 25-29 yaş aralığıdır. Böyle bakınca bence henüz tam olarak kendimi kanıtlayamadım. Potansiyelimi gösteremedim. Hiçbirimiz bir Messi olamayız; istesek bile!" diyerek hala kendisinden umutlu olduğunu dile getirdi... Babel, futbolcu fabrikası Ajax'ın son yıllarda Avrupa futboluna sunduğu önemli isimlerdendi. Henüz 21 yaşındayken kendisini Ada'da bulan (11,5 milyon paund) ele avuca sığmaz yetenekli ve bir o kadar da sorumsuz futbolcu. Benitez'li Liverpool'da bir türlü dikiş tutturamayan yıldız isim, oynadığı oyun tarzı ile zaman zaman forvette, çoğu zaman ise kanatlarda görev aldı, saha içinde değil de genelde saha dışındaki davranışlarıyla daha çok gündemde kaldı.

Dönem dönem ülkemizden özellikle G.Saray'ın gündemine aldığı Hollandalı, kendisini Ada futbolundan uzaklaştıracak ve yeni heyecanlara yelken açmasını sağlayacak o hamleyi çok ilginçtir ki bir sosyal paylaşım sitesi üzerinden yaptı. 9 Ocak 2011'de takımının M.Unıted ile oynadığı Federasyon Kupası maçından sonra twitter hesabından maçın hakemi Howard Webb'in MANU formasıyla çekilmiş (fotomontaj) resmini paylaşınca önce federasyon yetkilileri tarafından hakkında soruşturma başlatıldı ve ceza aldı, daha sonra da Liverpool kulübü yıldız oyuncuyu 25 Ocak'ta Hoffenheim'a (7 milyon euro) sattı...
Burada da uslu durmayan Babel, takımının 7-1 kaybettiği Bayern Münih maçı sonrası, "Oyunumu geliştirmek için bir iki şey yapmam gerektiğini düşünüyorum. Gerçi sıradan bir takımda potansiyelinize tam olarak erişmeniz çok zor" diyerek aynı zamanda takımında mutsuz olduğunu açıkça ortaya koydu. Evet Babel kesinlikle yetenekleri ve potansiyeli doğrultusunda Hoffenheim oyuncusu değildi, o daha büyük bir takımda kendisini tekrar ispatlamanın derdindeydi. Fakat istikrarsızlığı ve sorumsuzluğu her zaman yeteneklerinden önce anılıyordu. Hoffenheim'da geçirdiği 1,5 sezonda da ortaya hiçbir şey koyamayan Babel, bu sezon başında henüz 26 yaşındayken kendisini futbola başladığı Ajax'ta tekrar buldu. 

Tekrar dönelim, yazımızın başındaki Ryan Babel'in, kendi potansiyelini yeteri kadar gösteremediğinden yakınarak bir yerde kendisine yön haritası da çizmiş olduğu söyleme. Peki bu potansiyel için Ajax, doğru bir yer miydi? Yada Hollanda? Tabiki hayır. Eğer kendisinden beklenilen patlamayı gerçekleştirebilecek bir kafa yapısına ulaşır ve buna uygun bir takım seçerse, örneğin A.Madrid - Schalke - Lyon - Marsilya ve hatta tekrar Liverpool gibi takımlarda pekala kendisini kanıtlama şansını daha çok bulabilir. Daha da derine gidersek şu an Ajax'ta oynayacağına Türkiye'de 3 büyüklerde dahi oynasa hedeflerine daha yakın ulaşabilme imkanı şimdikinden daha fazla olabilirdi.


Benim asıl dikkatimi çeken önemli ayrıntı ise"Bir futbolcunun en verimli çağı 25-29 yaş aralığıdır." cümlesi oldu. Şahsi düşüncem burada kesinlikle haklı. Messi ve Ronaldo gibi fenomenleri bir kenara koyarsak eğer, oynadıkları zamanlarda dünyanın en iyi futbolcuları olarak gösterilen oyuncuların çoğunluğunun bu yaş aralığında patlama yaptıkları ve kariyerlerine çok önemli katkı yapan kupaları kazandıklarını görebiliyoruz. Ya da bu yaş aralığında büyük takımlara büyük paralarla transfer olduklarını net bir şekilde gözlemleyebiliyoruz. 

Misal; Zidane, 2001 yılında Juventus'tan Real Madrid'e rekor transfer bedeliyle hem de 29 yaşında geldi. Hem de ilk sezonunda Ş.Ligi şampiyonluğu yaşadı, en verimli olduğu 26-31 yaşları arasında 3 kez dünyanın en iyi futbolcusu seçildi Fransız efsanesi... Nistelrooy, 25 yaşında PSV'den M.Unıted gibi dev bir takıma geldi. 5 sezonda takımı adına toplam 139 gol kaydetti ve oynadığı dönemde dünyanın en iyi golcülerinden biri olarak anıldı. 30 yaşında Galacticos'a transfer olan Ruud, MANU ve Madrid ile gol krallığı ünvanlarına da ulaştı... Forlan, 22 yaşında M.Unıted'a transfer oldu ama yeteri kadar forma şansı bulamadı. Kariyerinin en büyük sıçramasını yapacağı takım olan Villarreal'e geldiğinde yaşı 25 idi. Sarı denizaltılarda muhteşem 3 sezon geçirdi, 28 yaşında A.Madrid'in yolunu tuttu. Orada da harika işler yaptı. 2 takımla da İspanya'da gol krallığı yaşadı...


Ronaldinho, 23 yaşında PSG'den Barcelona'ya geldi. İlk lig şampiyonluğunu ve Ş.Ligi şampiyonluklarını 25 yaşında gördü, Barcelona'nın 21.yüzyıla damga vurduğu total futbolun öncülerinden biri olarak tarihe geçti. Barcelona formasıyla 2 sezon üstüste dünyanın en iyisi seçildi... Eto'o, 23 yaşında tanıştığı Barcelona formasıyla inanılmaz işler yaptı, sayısız gol attı, 3 lig 2 Ş.Ligi şampiyonluğu yaşadı. 28 yaşında İtalyan devi İnter'e transfer oldu, sezonu 3 kupayla kapatıp efsane bir sezon geçirdi... Kaka, 22 yaşında geldiği Milan'da 25 yaşında kaldırdıkları Ş.Ligi şampiyonluğundan sonra aynı sene dünyanın en iyi fubolcusu ödülüne layık oldu... Örnekler bitmez, uzar gider. Kanaatimce Ryan Babel, kariyeri boyunca aslında en önemli artısını bu açıklamasında göstermiş. Şu anda da 26 yaşında olduğuna göre elini çabuk tutup, çok çalışıp kendisinden beklenilen patlamayı yapması ve hatta bu yolda Robben, van der Vaart, Sneijder, Kuyt gibi abilerini örnek alıp rüştünü tekrar ispatlaması gerekiyor. Yoksa o da yeterince parlayamadan sönen yıldızlar gibi tarihte sadece adıyla anılacak. Aquilani gibi, Ernesto Sosa gibi, Drenthe gibi, Capel gibi, Baptista gibi, Saviola gibi, hatta Reyes gibi...


İşte Ryan Babel'in 4 sezon kaldığı Liverpool kariyerinden muhteşem görüntüler...




twitter.com/serdarsozkesen

25 Eylül 2012 Salı

Metin Hoca ve Türk Futbolu...

Metin Diyadin... 27 Mart 2012'de o zamanlar adı Bank Asya 1.Ligi olan ligde Kasımpaşaspor'da yönetim tarafından görevine son verilen Uğur Tütüneker'in yerine takımın başına geçmişti. Bu görev değişikliği aynı zamanda ilginç bir tesadüfü de beraberinde getiriyordu. Çünkü bir önceki sezon yine Bank Asya 1.Ligi'nde Orduspor'un başında görevine devam eden Uğur Tütüneker, 21 Mart 2010'da 'takımın menfaatlerini' düşünerek istifa etmiş ve yerine Orduspor yönetimi tarafından Metin Diyadin göreve getirilmişti. Başarılı teknik adam geldiği kısa süre içerisinde önce takımı playoff'lara taşımış ardından da 26 yıl sonra Süper Lig'e çıkarmanın haklı gururunu yaşamıştı...

Kasımpaşaspor'da Uğur Tütüneker'den boş kalan görevi teslim aldıktan sonra da Orduspor'da olduğu gibi yine takımını Süper Lig'e taşıyan Metin Diyadin için herşey çok güzel gidiyordu. Ligde kalıcı olmanın hedefleri doğrultusunda takıma kısa sürede yönetim tarafından süper transferler yapılmıştı. Bu güç ile beraber Metin Diyadin de çok rahatlamıştı. Isaksson, Uche, Ernst, Özer gibi kalite düzeyi yüksek oyuncuların yanında Türkiye için fazlasıyla tecrübeli Ali Bilgin, Yalçın Ayhan, Abdurrahman Dereli, Elyesa ve İlhan Eker ile kadro derinliği ve zenginliği kazanarak üst sıralar için iddialı bir takım oluşturmuşlardı...


Fikstür şanssızlığı olsa gerek ligin ilk maçını Seyrantepe'de ligin en kaliteli takımı olan Galatasaray ile oynadılar. Rakiplerini fazlasıyla zorlayan Diyadin'in öğrencileri, 87.dakikada rakibine teslim oldu. Oynadıkları mücadele ile büyük takdir toplayan ligin yenisi Kasımpaşaspor, 5. haftası yeni biten ligde 9 puan toplayarak averajla G.Saray'ın ardından 2. sıranın sahibi olmuştu. Yani Süper Lig'e yeni çıkan bir takım olarak 5 maçta 3 galibiyet hiç de fena bir başarı değildi. Kaldı ki şampiyonluk adaylarından F.Bahçe de bu süreçte 9 puan toplayabilmiş, Beşiktaş ve Trabzonspor ise 8'er puanda kalmışlardı...

... ve tarih 23 Eylül 2012... Kasımpaşaspor yönetimi kamuoyunun hiç de içine sinmeyecek bir şekilde başarılı teknik adam Metin Diyadin'in görevine son verdi. Bu kararlarında takımın aldığı sonuçların değil, yönetimin prensipleriyle alakalı olduğunu söylediler. Hiç bir şekilde kimseyi memnun ve tatmin etmeyen bu açıklamadan sonra bir kez daha gördük ki, bizim ülkemizde yerli teknik adamları harcamak, bir kalemde silmek çok kolay. Aynı durumu yabancı teknik adamlara yapmak ise çok zor. Yabancı teknik direktörlere sağlanan hak, zaman ve prim, bizim yerli başarılı teknik adamlarımıza hiç bir zaman sağlanmadı, en ufak kötü sonuçta çatlak sesler duyulmaya başlandı ve hakettikleri saygı da gösterilmedi...


Bizim ülkemizin yöneticileri değil miydi Beşiktaş'ın başındayken Ertuğrul Sağlam'ı harcatan, Rıza Çalımbay'a ancak 10 ay şans veren? Yada henüz 5.haftada Rıdvan Dilmen'i F.Bahçe'den gönderen? Türkiye'de teknik adamlık kuralı genellikle şöyle işler : Önce yurtdışından kariyerli bir teknik adam ile milyon eurolarla anlaşılır. Zor bela Türkiye'ye getirilir, bir çok maddi hakkın yanı sıra tamamen teknik adamın menfaatleri doğrultusunda sözleşme imzalanır. Daha sonra teknik adam başarısız olunca yada bir kaç maç puan kaybedince hemen çatlak sesler duyulur, yönetim zorla alternatif teknik adam arama yöntemine başvurur. Derken tazminat konusu çok can yakar ve bir süre teknik adamı göndermek askıya alınır. Bir gün çatlak sesler iyice çatırdar ve yönetim teknik adama darbe yapar, görevine son verilir. Cefakar taraftarın cebinden çıkan milyonlarca eurolar yine teknik adamın cebine girer. Kazanan yine ülkemizi turist edasında tanıyan yabancı teknik adam olmuştur. Takımlarımızın tarihlerine önemli tanıklıklar etmiş, bir çok başarı öyküsünün baş mimarı olmuş yerli teknik adamlar ise kolay kolay değerlendirilmezler, önem verilmez ve gerek duyulmazlar...

Bakın Barcelona'nın şanlı tarihine önemli tanıklık etmiş Guardiola, bir gün geldi takımın başına geçti. Yönetim sürekli arkasında durdu ve 4 yılda takımını dünyanın en iyisi yaptı, sayısız kupalar kazandırdı... Alex Ferguson, dilekolay tam 26 yıldır M.Unıted'ın başında... Rafael Benitez, Liverpool'un başında tam 6 sezon kaldı, 1 kez bile şampiyonluk görmedi ama son ana kadar takımdan gönderilmedi... Bremen'in efsane ismi Thomas Schaaf, 1999'dan beri takımın başında ve tek şampiyonluğunu ancak göreve geldiği 5.sene de yaşadı... Carlo Ancelotti, Milan'ın tüm dünyayı kasıp kavurduğu 80'li yılların sonundaki efsane kadronun içindeki önemli isimlerden biriydi ve 2001 yılında Fatih Terim'in yerine takımın başına getirildi, tam 8 sene görevde kaldı ve sayısız başarı ile takımdan ayrıldı... 


Futbolda İSTİKRAR çok önemli bir kavram. Biz ülke olarak takımın başına kimi getirirsek getirelim hemen takımı şampiyon yapmasını bekliyoruz, anlık başarılar istiyoruz... 2000'li yıllardan günümüze ise akıllarda sadece G.Saray'ın UEFA ve Süper Kupa'sı, F.Bahçe'nin Ş.Ligi Çeyrek Finali ve Beşiktaş'ın UEFA Çeyrek Finali kaldı... Bu 12 yıllık süreçte ise Shakhtar Donetsk Lucescu ile (8 yıldır görevde) 1 UEFA Şampiyonluğu ve 1 Ş.Ligi Çeyrek Finali yaşarken, Kıbrıs takımı Apoel de Ivan Jovanovic (8 yıldır görevinin başında) ile Ş.Ligi Çeyrek Final başarısı gösterdi. Bugün hala Şampiyonlar Ligi'nde hiç bir takımımız grup kuraları öncesi 2.torba mertebesine erişememişken, sadece 8 yıldır Avrupa Kupaları'nda boy gösteren Portekiz'in sıradan bir takımı iken UEFA Finali oynayan Braga'nın bu sezon Ş.Ligi grupları öncesi 2.torbadan kendine yer bulması Türk Futbolu'nun hangi noktada olduğunu özetliyor sanki...

twitter.com/serdarsozkesen

17 Eylül 2012 Pazartesi

Herkes Alex kadar şanslı mıydı?

Alex efsane futbolcu mudur, değil midir? Böylesine bir soruyu sormanın bile kendimce abes olduğunu söyleyerek yazıma başlamak istiyorum. Fenerbahçe gibi tarihi fazlasıyla zengin ve başarılarla süslü bir camiaya, hep sorunlu çıkardığı futbolcularla bilinen Güney Amerika'nın Cruzeiro takımından 2004 yılında transfer olan ve geldiği günden bu yana gerek sahada duruşu, gerek futbol zekası, tekniği ve örnek profesyonel yaşantısıyla futboldaki 'efsane' kelimesinin tam karşılığını ifade eden bir anlayışla çıktı karşımıza Alexsandro de Souza...

8 sezonda kaydettiği 150'nin üstünde gol ve 130'dan fazla asist. Bu istatistiği gören, yakınından geçen futbolcu var mıdır bilmem Türkiye'de. Sadece 8 sezonda kırdığı tüm rekorlar, istikrarlı yaşantısı, yaşına rağmen sahada verdiği mücadele, takımının en zor anlarında inisiyatif alması ve daima taraftarların kalbini kazanan bir futbolcu. Söz konusu 8 sezonda 3 şampiyonluk, 4 ikincilik yaşadı, Fenerbahçe tarihinin en özel futbolcularından biri olarak tarihe geçti. Türk Futbol Tarihi'nde 2 defa gol kralı olan tek yabancı futbolcu. Onun heykeli dikilmeyecek de kimin dikilecek Allah aşkına?
(Türkiye'nin en büyük spor sitesi www.sporx.com tarafından 18 Eylül'de "Haftanın Blog Yazısı" seçilmiştir ve 3.000'den fazla 'tık' almıştır. http://ttk.sporx.com/blog/herkes-alex-kadar-sansli-miydiSXBLQ16076SXQ) 
 2004 yılından beri kimler geldi kimler geçti Fenerbahçe'den ama bir tek o gitmedi, gitmek de istemedi. Türkiye'de aldığı paranın hakkını verebilen bir kaç yabancı futbolcudan biri oldu daima. Küçük maçların adamı olmadı sadece. Beşiktaş'a 13, Galatasaray'a 9 gol atarak hep yıldızlaştı. Takımı kötü giderken dahi ayakta kalan yegane futbolcu oldu. Avrupa Kupaları'nda takımına toplamda 13 golle çok büyük bir katkı yapan efsanevi oyuncu, ülkemizi de adeta ikinci evi gibi görüp mütevazi yaşantısıyla da daima örnek oldu.


Tüm bunlardan sonra Alex'e efsane oyuncu değil demek yada heykeli dikilmeli mi gibi bir soru sormak da ne kadar doğrudur, yorumu sizlere bırakıyorum. Asıl cevaplanması gereken, daha önceki futbol efsanelerinin neden heykeli, anıtı yapılmamıştır sorusu olmalı. Böylesine yaşayan efsanelerin değerlerini bilmeli ve tarihe mal edilip yaşarken de onurlandırmalıyız. Hatta engin futbol bilgisi ve birikimi ile gençlere örnek olması amacıyla onların da başına getirilip daima kulübün bir parçası haline getirilmeli ve sürekli göz önünde bulundurulmalıdır.

Geçenlerde heykeli için açılış töreni düzenlenen yıldız futbolcu, törende de gözyaşlarını tutamayarak takımını ne kadar sevdiğini ve sahiplendiğini de açıkça gösterdi. Beşiktaşlısı, Galatasaraylısı tüm futbol severleri duygulandırdı, işte efsane olmak böyle bir şeydir. Henüz aktif futbol hayatını sonlandırmadan bir futbolcuya yapılabilecek şüphesiz en büyük jest bu olsa gerekti. Alex bunu sonuna kadar haketmişti.


Ya hakettiği halde Alex kadar şanslı olmayanlar. Örneğin; Türk Futbol tarihinin belki de en büyük başarısını elinde bulunduran Galatasaray'ın UEFA ve Süper Kupa Şampiyonluğu'ndan sonra kimlerin heykeli dikildi, kimlerin gururu okşandı, o tarihi başarıyı unutturmamak adına ne gibi aktiviteler yapıldı? Son dönemin Alex ile birlikte tartışmasız en iyi 2 yabancı futbolcusundan biri olan ve kulübünün Avrupa'daki aldığı büyük başarılardaki en büyük pay sahibi olan Hagi ile ilgili ne gibi bir yaptırımı oldu Sarı - Kırmızılıların? Hagi'yi de geçtim, o dönemin efsane kadrosunun hiç mi tarihe iz bırakacak bir yansıması olmayacaktı? Taffarel, Popescu, Bülent Korkmaz, Hakan Ünsal, Suat Kaya, Ümit Davala, Emre, Okan, Hasan Şaş, Hakan Şükür, Arif... Her birinin inanılmaz bir mücadele örneği gösterip UEFA tarihinin tek namağlup şampiyonu olmaları ve ardından Avrupa'nın en büyüğü yıldızlar topluluğu Real Madrid'i dahi yenip Süper Kupa'yı kazanan futbolculara yeteri kadar prestij sağlandı mı, tartışılır. Evet onların bir anıtları var Büyük Çekmece'de ama ne kadar kişi gitmiş görmeye ve ne kadar ilgi gösterilmiş, işte o tartışılacak cinsten bir durum. Söz konusu sezonda Fatih Terim'li Galatasaray ayrıca Lig Şampiyonluğu'nu ve Türkiye Kupası'nı da kazanarak efsanevi bir sezon geçirmişti...

Ya Trabzonspor'a ne demeli? Şenol Güneş gibi tarihe mal olmuş bir kalecisi (1.112 dakika gol yememe rekoru var) ve şimdilerde takımının son 20 yılının da büyük bir bölümünde teknik direktörlüğünü yapmış ve takımın en kötü gününde dahi yanında durmuş, sorumluluktan asla kaçmamış, gemisini asla terk etmemiş bir 'futbol markası'nın heykeli neden dikilmez, sorarım sizlere. 2002 yılında Türk Milli Takımı'nı Dünya 3. sü yapan bu teknik adamı el üstünde tutmak yerine hala eleştirenleredir böylesine bir kariyer ve başarı öyküsü... Ayrıca Trabzonspor'un 1975 ile 1985 yılları arasında hiçbir futbol kulübünün yaklaşamadığı bir başarı yakalayan (10 sezonda 6 kez şampiyonluk, 3 kez ikincilik ve 1 kez üçüncülük) efsane kadronun neden bir anıtı yok, bu bile fazlasıyla düşündürücüdür. Kulüp tarihinin tartışmasız en büyük golcüsü olan Hami Mandıralı'nın (566 maç - 273 gol) neden bir heykeli dikilmez, neden sahip çıkılmaz, neden kulübe mal edilmez, hiç aklımız almaz...

Son örneğim ise Beşiktaş'ın erkek basketbol takımı ile ilgili olacak. Geçen sezon başında kimselerin şans vermediği Ergin Ataman önderliğindeki Beşiktaş'ın sezonu 1 değil, 2 değil tam 3 kupa ile bitirmesi Türk basketbol tarihinde görülmemiş bir olaydı. Tam 37 yıl sonra gelen Lig Şampiyonluğu'nun yanına Efes Pilsen'den sonra ülkemize bir de Avrupa Kupası'nı (Euro Challenge) getiren Siyah - Beyazlıları bu da kesmemiş olacak ki bir de Türkiye Kupası Şampiyonu olarak sezonu bir futbol terimi olan hat - trick ile kapattılar ve tarihi bir sezon geçirmiş oldular. Peki Beşiktaş kulübü tüm bu başarıların üzerine neler yaptı? Bir anıt mı yaptı? Hayır. T-shirt bastırıp bu büyük başarıyı hatırlatmaya çalıştılar ama orada da reklamını yapamadılar ve hiçbir satış elde edemeyerek sınıfta kaldılar. Anlayacağınız tarihi başarı sadece satırlarda kaldı, çok yazık... Heykel, anıt konusunda ise Beşiktaş tarihinin tabiki çok büyük futbolcuları var ve en başta Metin - Ali - Feyyaz olmak üzere birçok heykeli dikilecek türden efsane oyuncuları var...

Özetle; Alex'in anıtı umarım bundan sonra gelecek futbolculara ve sporculara örnek olacaktır. Onun gibi değerleri bulmak her zaman mümkün olmuyor. O yüzden henüz yaşarlarken bu büyük futbol abidelerine gerekli önemi vermeli ve onları sonsuza dek yaşatacak davranışları, eylemleri ve daha fazlasını hayata geçirmeleri, böylesine büyük kulüplerin baş görevleri olmalıdır.

twitter.com/serdarsozkesen

11 Eylül 2012 Salı

Efsaneler Ölmez, Şekil Değiştirir...

Hani demişler ya, "Efsaneler ölmez, sadece şekil değiştirir" diye... Futbol, malumunuz dünyanın en popüler spor dalı olmasının yanı sıra maddi anlamda da gerek kulüplerin gerek futbolcuların büyük kazançlar elde ettiği dev bir pasta ve tüm dünyaya hükmedecek kadar da takip edeni ve destekçisi var. Böylesine bir ortamda da biz futbolseverler olarak çok şanslıyız, çünkü hemen her devir, her sene büyük futbol yıldızlarını görüyoruz ve onların bize yaşattıkları futbol resitalleri, heyecanları, hüzünleri ile yoğruluyoruz...

Ben bugün, yaşımın da elverdiği sınırlara göre izlediğim, takip ettiğim, bazen hüzünlendiğim, bazen hop oturup hop kalktığım, onlarla beraber sevindiğim futbol yıldızlarını 'jenerasyon'lara (kendimce) ayırıp sizlerle paylaşmak ve hatırlatmak istiyorum. Orta okul öğrenimimin sonlarındaydı başta Avrupa olmak üzere Dünya Futbolu'na merakım. TV'lerdeki özet görüntüler ve gazetelerin spor sayfalarında çok küçük köşe de olsa Avrupa Ligleri haberleri her zaman dikkatimi çekerdi. Tabi çocuk aklımızla da kafamızda fazlasıyla yer ederdi futbolcuların isimleri, takımları...
Her futbolseverin kendi futbol yıldızları vardır. Bende kendimce tüm dünyaya hükmeden yada büyük iz bırakan futbol yıldızlarını en başta da dediğim gibi yaşımın durumuna göre 'jenerasyon'lara bölüp çeşitli kategorilere ayırdım. İlk jenerasyonum 'efsane jenerasyon.' Neden efsane? Çünkü futbolu yeni takip ettiğim dönemlerdeki yıldızlarım onlar, en çok onlar yer etmişti benim çocukluk yıllarıma, en çok onların haberlerini takip etmek için çaba harcamıştım. 'Efsane jenerasyon'u 1967-1973 yılları arasında doğmuş futbolcular olarak bir çizgi ile sınırlara ayırdım. Kim onlar derseniz; Maldini, Rui Costa, Overmars, Elber, Zidane, Figo, İnzaghi, Rüştü, Thuram, Shearer, Lizarazu, Barthez, Stam, Desailly, Roberto Carlos, Batistuta, Rivaldo, Hakan Şükür, Cafu, Van der Sar, Cannavaro, Giggs, Scholl, Alpay, Juninho, Nedved, Cafu, Kahn, Zanetti, Deschamps, Davids, Tugay, Hierro, Vieri, Effenberg, Suker, Albertini, Bergkamp, Roy Keane, De Boer... Benim için gerçekten de efsane kelimesinin tanımı olacak bu futbolculardan sanırım sadece Giggs, Rivaldo ve Zanetti hala aktif futbol yaşantılarına devam ediyorlar, yıllara inat...
2. olarak ayırdığım jenerasyon ise olgunluk ve daha fazla farkındalık çağıma denk geldiği ve en unutulmazlarım arasına girdiği için 'altın jenerasyon' olarak adlandırdığım grup... Bu jenerasyon ise 1974-1980 yılları arasında doğmuş çok önemli isimleri kapsıyor (Tüm jenerasyonlarda aklıma gelmeyen futbolcular olabilir)... Kimler mi var? Ben sorayım sizlere, kimler yokki? Shevchenko, Nistelrooy, Vieira, Veron, Crespo, Riquelme, Seedorf, Nesta, Buffon, Trezeguet, Mendieta, Raul, Ferdinand, Ballack, Ronaldinho, Beckham, Kluivert, Totti, Gerrard, Kewell, Lucio, Ljungberg, Pirlo, Ortega, Van Bommel, Rosicky, Salas, Xavi, Drogba, Morientes, Puyol, Henry, Klose, Ambrosini, Del Piero, Terry, Aimar, A.Cole, Gattuso, Pizarro, Ronaldo (Brezilyalı), Lampard, Ze Roberto, Alex, Recoba, Anelka... Şu an bu jenerasyonunun büyük bir bölümü hala aktif futbol yaşantısına devam etse de 2-3 sene içerisinde bu sayı bir elin parmaklarını geçmeyecektir...
ve şimdilerdeki en popüler futbolcuların yer aldığı kendi deyimimle 'değerli jenerasyon'... Çünkü bu futbolcular, gerek yüksek bonservis bedelleriyle gerek de tüm dünyadaki sosyal ağların fazlalığı sebebiyle sürekli gündemde olmaları sebebiyle daha çok el üstünde tutuluyorlar ve takip ediliyorlar. 1981-1987 yılları arasında dünyaya gelmiş yetenekli futbolcuları grupladığım jenerasyonda ise Messi, Ronaldo, Falcao, Robben, Casillas, Cassano, İbrahimovic, Kaka, Ribery, Evra, Higuain, Dzeko, Saviola, Cech, Pique, Torres, Nani, Alonso, Van Persie, Sneijder, Ramos, Mascherano, van der Vaart, Gomez, Tevez, Cavani, Emre, Vidic, Robinho, Reyes, Maicon, Fabregas, Eto'o, Hulk, Rooney, Schweinsteiger, Suarez, İniesta, Benzema, Neuer, Huntelaar, Lahm, Podolski, David Villa, Pepe, Dani Alves... Günümüzün tartışmasız bu en değerli jenerasyonunun daha en az 7-8 yıllık ömrü var ve bunu bilmek bile kaliteli futbolu seven biz futbolseverler için muazzam bir fırsat...
Geleceğin futbolcuları olarak gösterilen 'umutlu jenerasyon'um ise 1988-1992 yıllarında doğmuş futbolculardan oluşuyor. Bu jenerasyonda; Neymar, Lewandowski, Mata, Balotelli, Ganso, Hazard, Hummels, Alexis Sanchez, Reus, Javi Martinez, Pato, Krkic, Götze, Di Maria, Muniain, Aguero, Mesut, Kagawa, Müller, Oscar, Hernandez, Dzagoev, Pato gibi isimler var ve bu isimleri gördüğümüzde de çoğunun yine yüksek bonservis bedelleriyle başka takımlara gideceği ve sürekli gündemi meşgul edecek kadar yetenekli futbolcular olduğunu söylemek zor olmasa gerek.

Sonuçta yine kazanan onları zevkle izleyen ve takip eden biz futbolseverler olacağız. Dünya Futbolu'nda bir jenerasyon bitiyor, diğer jenerasyon hızla geliyor, asla geri kalmıyorlar. Bu döngü sürekli böyle devam edecek. Messi'ler Ronaldo'lar da birgün futbolu bırakacak, yeni doğmamış yetenekler konuşulacak, konuşulacak, konuşulacak...

twitter.com/serdarsozkesen

14 Ağustos 2012 Salı

Şimdi Tam Zamanı...

Kalemi elime alıp bir şeyler karalamayalı meğer ne de uzun zaman geçmiş. Siz deyin havaların aşırı sıcaklığından ve sezonun henüz başlamamasından, ben diyeyim bazı özel durumlar ve iş - güç dengesindeki terazinin benim aleyhime olan eşitsizliğinden...

Bir futbol yazanı olarak açıkçası Euro 2012'nin ardından kendimi dinlemeye almış ve sadece gözlemleme metoduyla futbolu ve diğer spor dallarını inceden inceye süzmeye başlamıştım. Futbolda değişen bir durum yoktu. Yine büyük kulüplerimizin sözde büyük (!) yöneticileri ulu orta naralar atıyor ve kendilerine uygun taraftar profillerini de arkalarına alarak zaten gerilmiş ve içi geçmiş futbol piyasasını da yine başka tür kaoslara götürüyorlardı.

İşte tam bu noktada nasıl durulunur, nasıl duyarsız kalınır, nasıl biraz rahat nefes alınabilirdi bilmem ama bir an önce yaklaşan tehlikenin varlığını fark edip acil çözümler üretmenin de zamanı gelip geçiyordu. Geçmişte aynı tribünde farklı taraftarların bir arada maçları izlediği kaliteli ve paylaşımcı taraftar profilleri bugün maalesef temsil ettikleri takımları ailesinden dahi üstün görüp, bu yolda rakibimi geçmek için her yol bana uyar mantalitesiyle kulüpleri yönetmeye ve yükseltmeye çalışan (aslında daha da gerileten) yönetici büyüklerimiz yüzünden fazlasıyla dejenere oldu...

'Spor dostluk ve kardeşliktir' klişesi yada 'Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim' düsturu hep satırlarda kaldı, unutuldu ve sadece elem verici bir durum karşısında hatırlanıldı. Oysa dostluk ve kardeşlik yada ahlaklı sporcu ve taraftar olabilmek bu kadar mı zordu? İpleri tamamen yöneticilerin ağzından çıkacak zihniyete veren ve onlara sonsuz prim tanıyan bir profil mi, yoksa kaybetmenin de bir sonuç olacağı düşüncesini erdemli bir şekilde kabul edip rakibini tebrik eden ve takımını iyi gününde de kötü gününde de yalnız bırakmayan bir taraftar profili mi daha güzel duruyor?

Neredeyse aynı evin içinde farklı takımları tutan kardeşlerin yada akrabası olduğu fakat rakip takıma gönül vermiş diğer yakını ile konuşmayan, sırf bu yüzden tartışan ve bunu ailesine, işine, ve sosyal yaşantısına yansıtan bir toplum oluverdik. Bizi birbirimize kırdıran, farklılaştıran her ne varsa artık bunları görmeli ve çevremize de anlatmalı, bu bataklığa düşmüş taraftarlara sağlam bir 'el' atarak sporun dostluk ve kardeşlik anlamına geldiğini hatırlatmalıyız... Bunu ilk biz yapmalıyız hem de daha fazla geç olmadan, daha fazla kan dökülmeden...

Liglerimiz de başlıyor, umarım bu sezon geçmiş yıllardaki sezonlardan çok daha çekişmeli, çok daha dostane, çok daha kaliteli ve taraftarların sadece futbol izleyecekleri bir sezon olur...

twitter @serdarsozkesen


1 Temmuz 2012 Pazar

Euro 2012 Üzerine...

Son 1 senesinde futboldan anlayanın da anlamayanın da sürekli ekrana çıkartıldığı, sosyal medyadan sokaklara kadar sadece 'şaibe'nin konuşulduğu ve böylesine bir ortamda adeta bilgi kirliliğinin nefes alış verişlerimizi dahi etkilediği karanlık günlerin sonuna bir hızır gibi yetişmişti Euro 2012...

Euro 2012'ye haliyle de bir çok anlam yüklemiştik. Ne saha içinde ne saha dışında kimsenin aklına komplo teorisi gelmeyecek, çatır çatır mücadele izleyecek ve gözlerimizin pası silinecek kadar da futbola doyacaktık... 

... ve Almanya ile İspanya'nın baş favori olduğu, çoğu otoriteye göre Dünya Kupası'ndan dahi zor bir turnuva olan Avrupa Şampiyonası 8 Haziran 2012 itibariyle evlerimize konuk oluyordu... Herkes hazırdı, maçları statlarda izleyemesek de evde koltuklarımızda son 1 yılın acı senaryolarını ve hayal kırıklıklarını beynimizden kazıyarak büyük bir heyecanla bekliyorduk... Hem Türkiye'nin 1 numaralı hakemi Cüneyt Çakır da haklı gururuyla şampiyonadaki yerini alacak ve göğsümüzü kabartacaktı...
Evsahibi ülkelerden Polonya'nın Rusya ile beraber favori olarak gösterildiği A grubu... Rusların grubun en güzel futbolunu oynadıkları ve attıkları 5 golle yine grubun en golcü takımı olmalarına rağmen elenişleri sonrası, çeyrek final öncesi 'göze hoş gelen futbol anlayışı'nı destekleyen biz futbolseverleri de bir kaygı almıyor değildi. Savunması ile sonuca gitmeyi artık felsefesi yapmış Yunanistan'ın sıkıcı futbolunu 1 maç daha izlemek bizlere ızdırap gibi geliyordu... 

Ölüm grubunda ise turnuva takımı Almanlar güle oynaya herkesi yenerek çeyrek finale çıkarken, turnuvanın en büyük sürprizinde ise en üst satırda Hollanda yer alıyordu. Portekiz ve Danimarka'ya kaybeden Portakallar '0' çekerek adeta 'utanılacak bir son' ile ülkelerine dönüyorlardı...

Kalan 2 grupta ise sürpriz olmuyor ve İspanya ile İtalya, İngiltere ile Fransa son 8 arasına kalıyorlardı... Polonya'dan sonra bir diğer evsahibi ülke Ukrayna'da hakem Viktor Kassai'nin çizgiyi geçen gollerini vermeyerek önayak olduğu İngiltere maçı sonrası turnuvanın geri kalanını evinden takip etmek zorunda kalıyordu...
Türkiye'nin en büyük spor sitesi www.sporx.com da HAFTANIN BLOG YAZISI seçildi... http://my.sporx.com/blog/euro-2012-uzerineSXBLQ15056SXQ

Çeyrek final takımlarında Hollanda ile beraber sadece Rusya yer alabilirdi, diğerleri ise sürprize izin vermemişti. Portekiz, ölüm grubundan çıkışının mükafaatını 'Çekler'le eşleşerek alıyordu ve turnuvanın tamamında müthiş bir özveriyle harika oynayan Ronaldo ile rakibini geçerek son 4'e kalan ilk takım oluyordu... Olağan favori Almanya ise zayıf rakibi Yunanistan karşısında fazla zorlanmadan yarı final biletini cebine koyuyordu... Turnuva boyunca sadece 3 defa penaltı verilmesi ve bunların ikisinin toplamda 4 maç yapan Yunanlıların lehine çalınması da dikkat çekici bir ‘istatistik’ olarak önümüze çıkıyordu…

Kalan 2 çeyrek final eşleşmesi ise isimleri büyük takımların mücadelelerine sahne oluyordu. İspanya daha önce hiç bir resmi müsabakada yenemediği Fransa ile eşleşiyor ve rakibini 2-0'lık sonuçla ve fazlasıyla rahat bir oyun karşılığı devre dışı bırakarak hem rakibi karşısındaki 'makus talihi'ni değiştiriyor, hem de eşleşeceği Portekiz'i beklemeye başlıyordu... İngiltere ile İtalya eşleşmesi ise karşılaşma öncesinde dahi uzatmaya gitmesi en muhtemel maç olarak görünüyordu. İtalyanlar, tecrübeli ve bir o kadar da kaliteli oyuncuları Pirlo ve Buffon'un etkili oyunlarıyla rakiplerini penaltı atışları sonrası eleyerek yarı finalde Almanların rakibi oluyordu...
Sona kalan 4 takım da kesinlikle geldikleri yeri mücadeleleri, rakiplerine oranla daha pozitif futbol anlayışlarıyla beraber sonuna kadar hak etmişlerdi. Cristiano Ronaldo, geçen sezon Barcelona'nın ipini çeken ve bir yerde Guardiola'nın dahi gidişini direkt etkileyen performansının bir benzerini bu defa Portekiz Milli Takımıyla İspanya karşısında da tekrarlayacak mı sorusu 'İber Yarımadası Derbisi' öncesi fazlasıyla gündemdeydi... Türk hakemliğinin adeta zirve yaptığı maçta Cüneyt Çakır'ın düdük çalması da ayrı bir gururumuzu okşadı. Heyecanlı ve zevkli geçmesi beklenen karşılaşma maalesef beklentilerin altında sıkıcılıkla devam edince İngiltere - İtalya maçı gibi karşılaşma golsüz sonuçlanıp uzatmalara kaldı. İspanya uzatmalarda fizik olarak biten rakibinin üzerine çok gitse de tabelayı değiştirecek skoru bir türlü bulamadı. Penaltı atışları sonucunda ise Boğalar, komşularını göz yaşlarıyla evine gönderiyordu...

Adeta erken final gibi bir eşleşme olan Almanya - İtalya yarı final maçı ise diğer yarı final maçının aksine fazlasıyla heyecanlı ve gerilimli bir mücadeleye sahne oldu. Bir yanda resmi turnuvalarda daha önce İtalya'yı hiçbir zaman eleme başarısı gösteremeyen Almanlar, diğer yanda Avrupa Şampiyonları'ndaki 3 yarı finalinde de gol dahi atamayıp galibiyete hasret İtalya... Uslanmaz, ele avuca sığmaz Gana asıllı yıldız oyuncusu Balotelli'nin turnuvaya damga vurduğu maçta güçlü Almanları mükemmele yakın bir futbolla devirdiler ve yarı final başarısızlıklarını da bitirdiler. Evet İtalya, grup maçlarında ayrı grupta yer aldığı İspanya'nın finalde rakibi olurken, favori Almanların ise elenmesi çoğu otoriteyi ve futbolseveri de açıkçası şaşırtıyordu... Prandelli'nin Gök Mavilileri bu başarıyı kesinlikle hakediyor, en büyük alkışı alıyordu...
Nasıl yüzyılın kalecisi Buffon ise, yüzyılın takımı da Barcelona'ydı... Oynadıkları uzay futbolu ve dünyada alınmadık kupa bırakmayan, tam bir koleksiyon canavarı olan Katalanlar, başarılarıyla doğru orantılı İspanya Milli Takımı ile de yüzyılın milli takımı olmaya kararlıydı. Euro 2008 ve 2010 Dünya Kupası şampiyonluğundan sonra hat-trick yapma zamanı gelmişti. Finalde, mütevazi kadrosu ve geçmiş yılların sıkıcı İtalya'sını bir anlık unutturan ve kaybetse de gönüllerin şampiyonu olacak bir rakip vardı karşılarında. Baştan sona üstün oynadıkları karşılaşmayı da 4-0 gibi net bir skorla kazanıp 3 büyük futbol organizasyonundan da başları dik ayrılıyordu. Bu ne muhteşem bir başarıydı... Tarih onları artık 'yüzyılın takımı' olarak anacaktı. Prandelli'nin İtalya'sı ise turnuvanın başından beri oynadığı futbol, karakter ve duruş ile de her kesimin sevgisini kazanıyordu...

twitter @serdarsozkesen