16 Ekim 2012 Salı

Sonu Baştan Belli Acı Bir Hikaye...

Milli takım yönetmek, sanattır... Her futbolcuya eşit mesafede durmak, beceridir... Maç içinde oyunu okumak, tecrübedir... Rakibi başarılı bir şekilde etüt etmek, hünerdir... Egolarından arınıp, sağ duyulu seçim yapmak ise hepsinden zordur... 

Biz, Avrupa'nın en güçlü ülkelerinden (!) Estonya karşısında sidik zoruyla maç kazanalım, sonra da federasyon kişi başı 30.000 USD ikramiye dağıtsın, futbolcuların gururları okşansın ve şımarsın... Hollanda gibi bir dev karşısında kora kor bir futbol ve kaçırılan % 100 en az 5 pozisyon... Sonrasında Estonya karşısında rakibin kırmızı kart sonrası zorla gelen galibiyet. Romanya maçını ise yazmaya gerek yok, üretkenlik 0, pozisyon 0, baskı 0, herşey kocaman bir sıfırdı... En basitinden yapılan 39 ortanın sadece 2 tanesinin isabetli olması bile gerekli sonucu bizlere gösteriyordu... 
Yani tüm alametler, Macaristan maçı öncesi bize maçın şifrelerini veriyordu. Yine üretkenlikten uzak olacaktık, saman alevi gibi parlayan akınlarımız olacaktı. Yine ileride çoğalamayacak, bir - iki kişinin gününde olursa özel yeteneklerine muhtaç kalacaktık. Takım futbolunu kompak şekilde asla oynayamayacaktık. Gereksiz top kayıpları yapacak, aslında en büyük rakibimizin kendimiz olacağını asla göremeyecektik. Heyecandan zerre hisse almamış oyuncularla, ruhsuz, maç bitse de eve gitsek havasında zaman geçirmeye çalışacak, bize güvenenleri asla akıllarımıza getirmeyecektik...

Biz zaten Brezilya takıntısı olan bir milletiz. Brezilyalılara da ülkesini de pek alışamadık. Alex gibi bir efsaneyi 8 senenin ardından 8 dakika bile olmadan kapı dışına ittiriverdik. 1958 Dünya Kupası'na sırf mali konulardan dolayı hak ettiğimiz halde gitmedik, gidemedik... Varsın yine gidemeyelim Brezilya'ya, ne fark eder ki? Ne kadar koyar ki bize? Biz zaten her acının tiryakisi olmuşuz, bunu da unuturuz...
Son kullanma tarihi geçen futbolcularla yola çıkmak, yüzlerine bakıldığında net bir şekilde öz güveni kaybolmuş oyunculara tahammül etmek... Başarısız olacağım korkuları ve çaresizlik. Hep aynı senaryo, sonu baştan belli acı bir hikaye... ve eleme fobisi, play off fobisi... Kalibre olarak en az 2 kat aşağımızdaki takımlara verilen gereksiz imtiyaz, fazlasıyla gösterilen misafirperverlik... Şapkadan tavşan çıkartmak için teknik direktörlerin anlamsız iç çekişmeleri... Kadroya seçilen oyuncuların asla bilinmeyen seçilme yöntemleri. "Formda ve sürekli oynayan kadroya seçilir" mantalitesinin asla bir gösterge olmaması, bir laftan ibaret olması...

Evet son tren de kaçtı, umutlar ikibin bilmem kaç Dünya Kupası'na... Olsun, biz yine hiç bir Avrupa takımı ile eşleşmeden Dünya üçüncüsü olduğumuz 2002 Dünya Kupası'nın ve 2008 Avrupa Şampiyonası yarı finalinin olduğu kasetleri izleyelim de biraz kendimize gelelim. Bir Dünya Kupası'nı daha evlerimizden ahlarla vahlarla seyredelim...

twitter.com/serdarsozkesen

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder